11 Ocak 2018 Perşembe

T.C. ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI 29 TEMMUZ 2016 - HALİT EDİP ÖZCAN

T.C. ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI
29 TEMMUZ 2016 - HALİT EDİP ÖZCAN

TPAO 1. Hukuk Müşaviri ve “Olaylardan” Bir Olay

Giriş: 

Davud İyras. Mesleği Avukat. AKP Hükümetinin iktidara gelmesi ile, Türkiye 

Petrolleri A.O. Genel Müdürlüğü 1.Hukuk Müşaviri oldu.

Geçmişi: 

İşe girmek için İngilizce bilmenin şart olduğu dönemde, işe girdi. O zamana kadar hiç kimseye uygulanmayan bir uygulama ile “ dil öğrensin” diye, günde 80 dolar harcırah artı otel ve dil okulu masrafları TPAO’ca karşılanmak üzere, İngiltere’ye 1 yıllığına gönderildi.

Yurda döndüğünde Hukuk Müşavirliği’nde avukat olarak göreve başladı. Enteresan kişiliği, garip tutum ve davranışları ile kendini belli ederek, insanlar tarafından sevilmeyen bir kişi oldu. TPIC Genel Müdürlüğü, İş Güvenliği Daire Başkanlığı, Mali Grup Başkanlığı, Yurt Dışı Projeler Başkanlığı ve Personel Daire Başkanlığı çalıştığı gruplar oldu. Hiç birinde de tutunamadı. Tabiri caiz ise; “ Alan bin pişman, satan çok mutlu oldu.” Çalıştığı gruplarda hep aynı şüpheyle bakıldı: “ Bu adam geldi geleli odalardan bir şey kayboluyor. Bu adam sabahları erken geldiğinde ve akşamları geç çıktığında odalarımızı niye dolaşıyor, niye başkalarının PC’lerine korsan olarak giriyor?” vb. gibi değişik bir çok yönde normal bir insan tavrının olamayacağı tavırlar sergilediği için “istenmeyen-hoşlanılmayan bir adam” olarak, hiçbir grupta dikiş tutturamadı, ta ki 2002 yılında AKP hükümeti kuruluncaya kadar.

Tek bir şeyi kimseden saklamadı: “ Ben Fetullah’cıyım.”
AKP Hükümeti ile beraber, 1.Hukuk Müşaviri Baki Osmanoğlu, baskılara dayanamayarak emekliliğini istedi. Yerine 1. Hukuk Müşaviri olarak Davud İyras atandı.

Rezalet mi ? 

Yoksa Siz buna layıkmısınız?

31 Ekim 2006 günü TPAO’da büyük bir rezalet yaşandı. Bu olay, şu anki Genel Müdür Mehmet Uysal’a bir yazı ile ihbar edilmiştir.“ Niye işleme sokmuyorsunuz?” sorusuna “ Ben o olayı hatırlamak bile istemiyorum.” demiştir.

Ne güzel bir cevap(!) TPAO gibi ülkenin en güzide ve kaliteli bir kurumu, umarım, ileride bu tür insanlar yüzünden rezil olmaz.

Suçlu bulunmuştur. 1.Hukuk Müşaviri Davud İyras. Sabah olur skandal patlar. Genel Müdürlük ile aynı binada bulunan Hukuk Müşavirliği koridorlarında bir bağırtıdır, çağırtıdır gider. Haykırışlar ve feryatlar koridorları doldurur. ..............
..............
Savunma Sekreterliği bir tutanak tutar ve Genel Müdüre “gereğinin yapılması için” vereceği yerde, tutar kendi arşivine koyar.

Rezaletin yaşandığı aynı gün şunlar yaşanır: “ Hem suçlu-hem güçlü” olarak 1.Hukuk Müşaviri Davud İyras, kendi personelinden teker, teker imza toplar: “ Avukat Semanur Argun, Müşavirliğimizde uyumsuz birisidir. Bizler Hukuk Müşavirliği personeli olarak Semanur Argun ile çalışmak istemiyoruz” diye. Ve bu olayın bir uzanımı olarak Semanur Argun’a “ kınama” cezası verilir.

Bu olaylar üzerine Semanur Argun TPAO’dan istifa eder. Evini Ankara’da bırakarak Pülümür de noter olur.

Davud İyras ise “Ben Fetullahcıyım, bana bir şey olmaz.” diye açık açık her yerde konuşur.

2008 yılının Ocak ayında, bu olay Halit Özcan tarafından e-mail ortamında TPAO çalışanlarına duyurulur. Büyük yankı uyandırır. Ne kendisinden ne de Genel Müdürlük’ten bir yalanlama gelmez.
.............

Aynı konu, 6. Şubat-2008 günü bir yazı ile hem ETK Bakanı Hilmi Güler’e, hem de aynı gün 184 no.lu sayı ile Müsteşar Selahattin Çınar’a verilir. Fakat bu güne kadar bir ses çıkmaz.

Kamera kayıtlarında- ki kayıtlar muhafaza edilmektedir- Davud İyras’ın sabah erken saatlerde veya akşamın geç saatlerinde başka odalara girip çıktığı, başkalarının masaları ve evraklarını karıştırdığı belgelenmiştir.

Ayrıca aynı şahsın, sabahın erken saatlerinde (07.30 civarı) kendi katında bulunan kadınlar tuvaletine girip bir süre kaldıktan sonra çıktığı, kamera kayıtları ile sabittir. Neden – niçin kadınlar tuvaleti ? Bunu ancak bir psikolog çözebilir.

Fetullahcılığı ile övünen, gerçekten de yönetim tarafından açıkça kollanan bu zat emekli oluncaya kadar yaklaşık (15-20 sene, 60 yaşına kadar), Türkiye Petrolleri A.O gibi ülkenin en güzide, kaliteli ve stratejik bir kurumunun en önde gelen hukukçusu olarak kalacak.

Aynı zamanda TPAO’nun uluslar arası ilişkilerinde de TPAO hukukçusu olarak komisyonlarda yer alan bu zat, bu garip kişiliği ve anlaşılmaz garip davranış-tutumlarını ile TPAO’ yu yurt dışında nasıl temsil edecek?

Benzer veya kendine münhasır türlü, türlü rezaletleri ileride tekrarladığı zaman – ki geçmişte yaşananlar geleceğin aynasıdır- temsil ettiği TPAO, nasıl bir duruma düşecektir?

Bu olayı doğrulayacak ve Davud İyras’ın diğer yaptıklarını doğrulayacak kişiler:

1-TPAO Genel Müdürü Mehmet Uysal ve diğer Genel Müdür Muavinleri 
(Tel: 312 207 20 13, 207 20 11, 207 20 18, 207 20 21)
2-Hukuk Müşavirliğinin – o tarihte ki- bütün çalışanları,
3-Pülümür Noteri Av. Semanur Argun,
4-Av.İnci Özbeden (Tel: 207 20 84)
5-Savunma Sekreterliğinin odaları arayan ekibi.
6-Savunma Sekreterliği “ Olay Tutanağı”
7-Davud İyras (Tel:207 20 78) ve
8- En az 15 yıldır TPAO çalışan tüm TPAO lular.

Sayın Bakanım, belki size bir ışık tutabilir umudu ile
https://www.facebook.com/TCEnerji/posts/654912891330888

10 Ekim 2017 Salı

Böyle bir yazı ilk defa yazılıyor. Kısaca Petrol ve TPAO’nun BAŞINA GELENLER (1A) Halit Edip ÖZCAN

BÖYLE BİR YAZI İLK DEFA YAZILIYOR..
Kısaca PETROL ve TPAO’NUN BAŞINA GELENLER (1A)
Halit Edip ÖZCAN
ÖNSÖZ
Kemal Lokman, MTA Dergisinde, Etüdler: Raman Petrolü başlıklı yazısında ;“Hülasayi kelam, petrol nazlı bir metağ olup kendini kolay kolay teslim etmez. Teslimden evvel çok  uğraştırır, yorar, emek sarfettirir ve bazen hiç ümit edilmeyen bir yerde ve ümit edilmeyen bir zamanda kendini gösterir. İkinci bir tabirle petrol aramak demek, tabiat ile mütemadi mücadele demektir.” der.[1]
Kemal Lokman’nın da dediği gibi  petrol “nazlı” bir maddedir. Ne yazık ki, şimdiye kadar olan zaman  süreci içinde, ülkemiz için çok nazlanmıştır ve nazlanmaya devam etmektedir. Bununla beraber, şunun da farkındayız; Eğer ülkemiz bir “petrol“ ülkesi olsaydı, bu çalışma bize nasip olmaz; başkaları tarafından şimdiye kadar birçok kere yazılmış, çizilmiş olurdu.
50.Yıl Kitabı için yapılan hazırlık çalışmaları ile elimize  geçen  anılar, anlatılanlar ve fotoğraflar o kadar fazlaydı ki: bunlardan ancak bir kısmı  söz konusu kitaba girebilmişti. 50 yıllık tarihinde, petrol sektöründe, ülke için gerekli olan bütün entegre tesisleri, tamamen  kendi teknik bilgi ve becerisi ve hamleci tavrıyla kuran Ortaklığımız’ın tarihini, 185 sayfaya sığdırmak odukça zor olmuştu. 50.Yıl Kitabından taşan fazla bilgi ve dökümanları, bir kenarda bırakmak ve onları yok saymak da olmazdı. Üstelik, bu kadar  yaşanmışlığı ve fotoğrafları atıl bırakmak, sizlere ve gelecek kuşaklara  aktarmamak, haddimizde de değildi.
Bu nedenle;  elimizde kalan bütün verileri,  sonsuza kadar yaşatmak üzere, ikinci bir kitapta toplamaya karar verdik. Bu kitap için, ‘ 50.Yıl Kitabı’ nın tamamlayıcı bir parçası veya  ‘ilave eki’ diyebilirsiniz.
Bu sayfalarda, 50. Yıl Kitabı’nda yer alan satırlar tekrar edilmemiştir. Onun kadar ‘ciddi’ olmakla beraber, bu sayfalar ‘bizim sayfalarımız’ dır. Bu şirkete emek veren, her kesimden olan , halen çalışmakta veya çalışmış olan ‘biz’lerin anıları ve fotoğrafları, bu kitapta ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Şirketimizin tarihi, o günleri yaşamış yönetici ve çalışanların anlatımıyla, hiç bir yorum ve değişiklik yapılmaksızın, aktarılmaya çalışılmıştır. Dikkat edilirse; bu kitapta, bu sayfaları hazırlayanların  yorumunu hiç göremeyeceksiniz. Bu derlemede yer alan diyalogların tümü, ya video kayıtlarında, ya da diyalog sahibinin kendi el yazmalarında mevcuttur.
Bu derleme çalışması ile, anılarda, arşivlerde, gazetelerde, tozlu raflarda ve depolarda kalan bilgi ve fotoğraflar tekrar günışığına çıkarıldılar. Özellikle; MTA dönemi ile başlayarak, Ortaklığımızın kuruluşuna kadar olan zaman dilimi içinde, milli petrol  hareketine katılan ve petrol sanayiini ülkemize kuran bu büyüklerimizin anıları ve fotoğrafları “özel” olmaktan çıkarak anonimleştiler. Bu derleme çalışması ile,  ulusal petrol davasına bir şekilde hizmet vermiş, hayatta olan veya olamayan büyüklerimiz, arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz, artık sonsuza kadar bu sayfalarda yaşayacaklar ve unutulmayacaklar...
GİRİŞ
Cumhuriyet kurulmuş, ülkemizin yeniden yapılandırılması  tüm hızıyla devam etmektedir. Devlet yeraltı kaynaklarımızı değerlendirmek için teşkilatlanmaya başlamıştır. 1925 yılında devlet, M.Lucius’u Türkiye’ye çağırarak  ülkenin petrol imkanlarını araştırmasını ister. Lucius, devlet adına  petrol  emareleri taşıyan Mürefte, Çıralı, Elmalı, Hasankale, Katranlı, Neftik ve Boyabat  civarını araştırır ve raporlarını devlete verir. Bu raporlar, daha sonra ülkemizin petrol  aramacılığına öncülük edecektir. Madencilik, Türk mühendislerle yol alırken, petrol sektörü ise çoğu Alman asıllı musevi  uzmanlarla  yol almaya çalışmaktadır.
1929 yılında bir gün, İktisat Vekili Şakir Kesebir, gazeteci Ahmet Emin Yalman ve diğer gazetecilerle  petrol ve maden üzerine sohbet ederlerken, petrol konusunu yüklenecek  hiç Türk petrol mühendisi olmadığını, bu yüzden önce Türk mühendislerinin  yetiştirilmesi  gerektiğini  anlatarak, şöyle der “Arkadaşlar petrol konusunda uzmanlaşmış  bir Türk evladı  yok mudur ki, biz bu milli meseleyi vatan evlatlarına teslim edelim...”
Ahmet Emin Yalman’ın aklına hemen  arkadaşı Cevat Eyüp Taşman gelir. Yalman, Taşman, Ahmet Şükrü Esmer ve Hamdi  bey, 1910 yılında, Amerikan  Colombia Üniversitesinin bir  uzantısı olan İstanbul  Robert  Kolej’in sağladığı bir burs ile ABD’ne tahsile gönderilmişlerdir.,  Cevat Eyüp Taşman, 3 yıl sonra Colombia Üniversitesi’nden  maden jeoloğu olarak mezun olmuştur.
Yalman, Cevat E.Taşman’dan  söz ederek  Taşman’ın  halen ABD’de  petrol jeoloğu olarak çalıştığını söyler. Konu başbakan İsmet İnönü’ye anlatılınca, İsmet İnönü hemen talimat verir ve Dışişleri Bakanlığı, ABD’deki Türk Büyükelçisi sefir Muhtar beye bir telgraf çekerek, Cevat Eyüp’ün neredeyse bulunmasını ve kendisi ile temas edilmesini ister. Böylece Cumhuriyet dönemimizin ilk Türk petrolcüsüne ulaşılmış olunacaktır.

İLK TÜRK PETROLCÜSÜ; CEVAT EYÜP TAŞMAN (26.12.1893 - 3.10.1956)
Cumhuriyet Döneminin, belki de, Türk Tarihinin ilk diplomalı petrol jeoloğu olan C. E. Taşman 1893 yılında Bolu’da doğmuştur. Vilayet mektupçularından Eyüp Sabri Bey’in oğludur. İlkokulu babasının görevi dolayısıyla çeşitli yerlerde okuduktan sonra, ortaöğretimini İstanbul  Robert Kolej’de yapmıştır. 1910 yılında mezun olduğunda, zamanın hükümeti tarafından ABD’ne eğitime gönderilen 4 kişiden biri olmuştur. ABD’de, Columbia Üniversitesinde Maden Mühendisliği okumuştur. Üniversiteyi  bitirdikten sonra 1.Dünya Savaşı çıkınca, Türkiye’ye dönememiş, ABD de kalmış ve  bir bakır madeni şirketinde çalışmaya başlamıştır.
Daha sonra  petrol konusunda deneyim sahibi olmak için  zamanın büyük bir petrol şirketi olan Cities Service adlı  şirkette petrol jeoloğu olarak 16-17 yıl çalışmıştır. Dürüstlüğü, çalışkanlığı ve teknik bilgi ve görüşleri ile takdir edilen Taşman, ABD ve Meksika’da çalışırken, 1929 yılı sonunda, gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın tavsiyesi üzerine hükümet tarafından ülkemizin petrol potansiyelini değerlendirmek üzere yurda davet edilmiştir. Çalıştığı şirketten 1 yıllığına izin alarak Türkiye’ye gelen Taşman, jeolojik çalışmalar yaparak raporunu hükümete sunmuş ve ABD’ye geri dönmüştür.
1931-1933 yılları arasında “consulting geologist-danışman jeolog” olarak çalışırken  1931 yılında  yapılan bir AAPG (American Association of Petroleum Geologists) Kongresinde “Türkiye’nin Petrol Olanakları” adlı bir tebliğ sunmuş, bu tebliği de AAPG nin 1931 yılı 15/ 6 no.lu  sayısında yayınlanmıştır. Böylece Türkiye’nin petrol potansiyeli ilk olarak uluslararası bir alanda konuşulur ve tartışılır olmuştur.
1933 yılında, 2189 No.lu Kanun’la  “Petrol Arama ve İşletme İdaresi” kurulunca  hükümet tarafından bu işin başına geçmesi için, yurda davet edilmiştir. ABD’de kendisine çok daha yüksek maaşlar teklif edilmesine rağmen, bunları kabul etmeyerek ülkesine dönmüştür.
1935 yılında, 2804 No.lu Kanun’la MTA Enstitüsü kurulmuş ve daha önce kurulan Petrol Arama ve İşletme Dairesi  de MTA’ya bağlanmıştır.Böylece Cevat Eyüp Taşman MTA bünyesine geçen  Petrol İdaresini yönetmeye başlamıştır...
Cevat Eyüp Taşman MTA Enstitüsü Petrol Grubu Direktörü olarak 1945 yılına kadar çalışmış ve daha sonra “Petrol Baş Müşavirliği” ne atanarak, 1952 yılına kadar bu görevde kalmıştır. 1953 yılında ise Petrol Baş Müşavirliği görevi devam ederken yeniden MTA Petrol Grubu Direktörlüğüne getirilmiş  ve bu görevi  Mart-1955 yılına kadar devam etmiştir.
1953 yılında, hazırlanmakta olan Petrol Kanunu için 8 kişiden oluşan komisyonda görev alan Taşman 1955 Mart ayında, 6326 No.lu Kanunla kurulan “Petrol Dairesi”ne Teknik Müşavir olarak atanmış ve zehirli sıtmadan ölünceye kadar (3.10.1956) bu görevinde kalmıştır.
1926 yılında AAPG  üyesi olan Taşman, 1949 ve 1950 yıllarında 2 kez üstüste  kuruluşunda emeği geçtiği Türkiye Jeoloji  Kurumu Başkanlığına seçilmiştir.
Ülkemizin ilk  petrolcülerinden  biri  olan  Kemal Lokman, uzun yıllar beraber çalıştığı Cevat Eyüp Taşman’ı şöyle anlatmaktadır :
“23  yıldır beraber çalıştığım Cevat bey, çok dürüst, müstakim, fazilet ve feragat sahibi, alçak gönüllü, temiz ve samimi  bir insandı. Hiç kimseye kötülük  düşünmediği gibi, hiçbir kimsenin  aleyhinde bulunmazdı. Emrinde çalışanlara herzaman baba-evlat muamelesi yapardı.
...Kamplarımız, Türk elemanların yetişmesinde petrol arama işlerini sevk ve idarede ve makineve cihazları çalıştırmada bir mektep vazifesi görmüştür. Bu sahada teknik ve kalifiye işci ve sondör yetişmesi Petrol Grubunun eseridir. Hala, yurdun muhtelif bölgelerinde, Raman, Garzan ve Reşan’da tek  başlarına sondaj makinelerini işleten, kuyuları açan Türk elamanları hep bu eserin canlı birer misalidirler. İşte bu bakımdan da Cevat bey memlekete birçok şeyler kazandırmıştır. Cevat Bey, Türkiye’nin petrol arama ve bulma tarihinde ve petrol edebiyatında kendisi daima iyi bir namla yaşayacak ve hürmetle anılacaktır.” [2]
Mehlika Taşman  eşi  Cevat Eyüp Taşman’ı anlatıyor: “Cevat, Gelibolu mevlevi şeyhinin torunudur. Şeyhlik erkek çocuğa geçtiği için dayısı şeyh olmuştur. Orada büyük arazileri varmış, bir yerden bir yere konaklayarak giderlermiş. 1892 yılında doğmuş, 1956 yılında vefat etmiştir. Robert Kolej’de okumuştur. Robert Kolej, Colombia Üniversitesi’nin uzantısıdır. 3 öğreciye Amerika burs veriyor. Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü Esmer ve Cevat Taşman gidiyorlar. Cevat petrol jeoloğu oluyor. Bunlara giderken pasaportlarını ve birer torba altın veriyorlar. Pasaportlarını yolda, gemide kaybetmişler ama üniversite bunları alıp 3 yıl okutuyor. Okul yıllığında Cevat için şöyle diyor; ‘ Biz bu çocuğu, dürüstlüğü için çok severiz.’. Birinci Dünya Savaşı çıkıyor o sırada. Cevat bir petrol şirketinde çalışmaya başlıyor. Diğer iki arkadaşı, Türkiye’ye dönüyorlar. Cevat orada 20 sene çalışmış. Atatürk zamanında bizde ilerlemeler başlıyor. MTA Enstitüsü kuruluyor, ancak başına getirilecek uzman yok. Yurtdışından, daha çok Almanya’dan, musevi asıllı Almanlar geliyor. Petrol Dairesi kuruluyor, oraya getirecekleri kimse yok, çünkü Avrupa’da petrol yok. Onun vatanı Amerika. Kimi getirelim derken, Ahmet Emin Yalman, Cevat’ın çağrılmasını öneriyor, hükümete. O sırada Cevat’ın çalıştığı şirket, Cevat’ı yurtdışında Petrol Aramaları Bölümü’nün başına getirmek istiyor. Ancak o Türkiye’ye gelmeyi tercih ediyor. Bizde ilk sondaj başlıyor. Nusaybin’e gitmiş, Avrupa’dan gelenlerin fazla bildikleri birşey yok. Burada petrol bulunmaz diyorlar. Cevat’ı buraya (Türkiye’de) petrol varmı yok mu diye sormaya çağırıyorlar. Cevat ‘Bizde de bulunabilir.’ ‘’ diyor. Cevat’ı işin başına getiriyorlar, Petrol Şubesi MTA’da kurulmuş oluyor ve petrol aramaları başlıyor.
Titiz bir çalışma tarzı vardı. Ben ona benzemeye çalışırdım. Gelen petrol dergilerini okumak benim görevimdi. Arazi notlarını kitap harfiyle yazar ve yeşil mürekkep kullanırdı. Benim ilk işim yeşil mürekkep almak olmuştu. Ona, bir okul çocuğu gibi bağlıydım. Oyun ve içki adeti yoktu. İkimiz bezik oynardık.”
Mehlika Taşman Ribnikar
İlk paleontologlardan Mehlika Taşman kendini anlatıyor: “ (Türkiye’ye) Gelenlerin çoğu Amerikalı, yazdıkları raporları tercüme edecek kimse yok. Ben o sıralarda Arnavutköy Amerikan Kız Kolejini bitirmiştim. Çalışmak istiyorum, Ankara’da yüksek okul yok, bir tek hukuk var. O mesleği de hiç sevmiyorum. Dil Tarih Fakültesi açılmıştı, İngiliz Filolojisi okuyayım diyordum. O sıralarda Türkiye’nin ilk kuyusu açılacak. Baspirin-1 kuyusu. Benim haberim yok, sonradan öğreniyorum bunları.
İnönü Basbirin’e gidiyor. Babam onun özel doktoruydu. Gittiği her yere onu da götürürdü. Babam tesadüfen o gün Cevat’la aynı arabada gidiyor. Ben de İngilizceyi unutmamak için çalışmak istiyorum. Babam bahsedince Cevat: ‘Hemen gelsin, görüşelim.’ diyor. Onlar açılışı yapıp döndükten sonra benim hikayem başlıyor. Ben İngiliz Filolojisinde dersten çıkıp MTA’ ya gittim. Odaları dolaştırdılar bana. Laboratuvarı görünce, ben oraya demir attım. Kolejdeki hocam, Amerikalı kadın orada, laboratuvarda çalışıyor. Meğerse, İstanbul’da Büyükçekmece civarında arazide doktora tezini hazırlarken, kolejde de bize ders veriyormuş. Onu görünce orada kaldım. Sonradan onlarla Basbirin sondajına gittim. MTA’da o zaman laborant dahi yok. Louis Geordan bana işleri öğretti: Numuneler Nasıl yıkanır, nasıl ince kesit yapılır?  Sonra da ben laborant yetiştirdim.
Ankara’da rapor tercüme ediyorum ve laboratuvarda fosilleri öğreniyorum. Numune hazırlıyorum. Rapor tercüme ederken bir takım jeolojik terimler geçiyor. Lugata bakıyorum, birden fazla anlamı var o kelimenin. Hangisini kullanacağımı bilemiyorum. Raporu yazan jeoloğa soruyorum. Bana anlatıyor. Yakışık olan kelimeyi kullanıyorum. (Böylece) bilmediğim kelimeleri sorarken jeolojiyi de öğreniyormuşum yavaş yavaş.
Amerika’da paleontoloji okuyup geldikten sonra bir gün ‘Garzan dağına gideceksin, sondaj başlıyor.’ dediler. Garzan-1 numaraya gittik . Barakada kalıyoruz. Yer toprak, üzerine hasır serilmiş. Odun sobası var. Koşullar öyleydi.
Daha önce de Cevat ile araziye gitmiştik. Cevat beni beğenirmiş. Annemle Garzan’a  gittiğimizde  bana evlenme teklif etti. Şöyle dedi : ‘Annen yanında olmadığı zamanlar bana emanettin. Şimdi annen yanında olduğu için onun önünde sana evlenme teklif edebilirim.’ Aksi halde ‘emanete  hıyanet’ olacaktı.”
Petrol İdaresi  2 Odadan İbaretti
Yeni kurulan Cumhuriyette ‘yokla’ fazla  ‘varlar’ ise oldukça azdır. İmkanlar oldukça kısıtlıdır. Sadece  1 otomobilleri vardır  ve Ulus’ta  Çankırı Caddesi üzerinde  Sakarya  Apartmanında 2 odalı bir  büroda çalışmaktadırlar.
Petrol İdaresi, Cevat Eyüp Taşman (müdür), Muhittin Akkaya (muhasebeci) ve Sidney Paige (danışman jeolog) olmak üzere toplam 3 kişiden oluşmaktadır. İdarenin oluşmasından  bir ay sonra  Güney ve Güney Doğu’ya araziye çıkılır. Araziye çıkılırken  büronun kapısına kilit  vurulmaktadır...
Yol Koşulları
Yeni yeni ayağa  kalkmaya çalışan  ülkede diğer koşullar gibi, yol koşulları  da  çok  kötüdür. Bazı yerlerde yol dahi yoktur. Görev gereği  dağlara taşlara çıkılacak, hiç kimsenin gitmediği, gidemediği yerlere gidilecek ve  jeolojik çalışmalar yapılacaktır. O zamana ait yol ve seyehat koşullarını  Kemal Lokman  şöyle anlatıyor; “1930 yılında, Avrupa’da tahsilimi tamamlayıp Cevat beyin  jeolojik çalışmalarına katıldım. 1930 yılında tren yolu henüz Kayseri’ye varmıştı. Karayolları çok fena durumda, hele şark vilayetlerinde hemen hemen hiç yol  yoktu. Hatta doğru dürüst otomobil bile bulunmuyordu. Bulunsa bile hiç birisi şarka gitmek istemiyor veyahut fahiş fiyat istiyorlardı. Bu yüzden çalışmalarımız hayvanlar üzerinde ve yaya olarak yapıldı.” [3]
Cevat E.Taşman ve beraberindekiler  eşyaları atlara yüklü, kendileri zaman zaman yaya, zaman zaman atlı,  sallarla, keleklerle  nehirler geçtiler, civarda köy bulunmadığında  mağaralarda, dere  kenarlarında kum üzerinde  yattılar. Bazen sırtsırta  yatarak soğuktan korunmaya çalıştılar.
Yüksek tahsil ve ihtisaslarını en ileri uygarlık koşullarının sağladığı imkanlar içerisinde yapmış olan  kişiler 1944-45 lerin Raman’ında  ilkel sayılan sondaj  araç ve gereçlerini katır sırtında taşımak, basit barakalarda yaşamak zorunluluğunda idiler.” TPAO 1963  Yıllığı “Anı” shf 1
İlk Derin  Sondaja  Doğru (Basbirin-1)
Birinci Dünya Savaşı ve öncesinde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde  yapılan petrol  arama çalışmaları Musul ve  çevresi ile sınırlı kalmış ve Zaho (Kuzey Irak) dan öteye geçmemiştir. 1922 de  Prof. Garandjean Dicle, Mardin ve Suriye üçgeninde kısa bir araştırma gezisi yapmıştır. Bölgede yapılan  bu ilk araştırma  sonrası, 1929 yılında  Cumhuriyet Hükümeti  Mr.Lucius  ve Hadi Galip Yener’i  bölgeye araştırma yapmak üzere gönderir. Mr.Lucius ve Hadi bey bölgeyi araştırılar ve raporlarını hükümete sunarlar. Bu raporda  bölgenin 1/25.000 ölçekli topoğrafik ve jeolojik haritasının yapılması  ile  5 kuyu açılması önerisi  yer alır.
Türkiye  Cumhuriyeti  Hükümeti daveti üzerine 1929 yılı içinde Türkiye’ye gelen Cevat Eyüp Taşman ve ekibi  1930 yılının baharında  özellikle Savur ve  Nusaybin  olmak üzere bölgede araştırma yaparlar ve raporlarını hükümete sunarlar. Raporda “Petrol İşleri  çok riskli, büyük sermaye isteyen ve pek çok miktarda teknik malzeme ve eleman icabettiren bir iştir. Dar bir bütçe ile hükümetler değil, büyük sermayeli ve muazzam teknik kabiliyetleri olan  petrol şirketleri ancak bu işi yapabilirler“ şeklinde  tavsiyeler yer almaktadır. Cumhuriyet hükümeti çalışmaların bir elde toplanması  ve tek elden yönetilmesi  ve petrol arama işinin daha ciddi olarak ele alınması gerektiğini  idrak ederek 1933 yılında  İktisat Vekilliğine bağlı olarak “Petrol Arama ve İşletme Dairesi” ni kurar ve Cevat Eyüp Taşman’ı başına getirir.
Petrol İdaresi başkanı olan Taşman  vakit kaybetmeden ABD’den tanıdığı  jeolog Mr.Sidney Paige, paleontolog Dr.Vanderschmidt  ve İhsan Ruhi Berent ile birlikte Temmuz ve Ağustos aylarında Mardin ve Siirt civarını çalışırlar.
Daha sonra  yine aynı  yıl içinde Taşman,  joelog Harold F. Moses, William Woodson ve İhsan Ruhi Berent’ten oluşan  ekip, bu kez  çalışmalarını Mardin  ve Basbirin civarında yoğunlaştırırlar. Sahanın detaylı haritasını yaparlar ve  Basbirin’de bir sondaj yapılmasını önerirler.
Kendisine sunulan raporları  inceleyen İktisat Vekili Celal Bayar,  Taşman ve Mr.Paige ile  yapılan çalışmalar  ve rapor içerikleri  hakkında bilgi almak için bir toplantı yapar. Toplantı esnasında Taşman, Basbirin’de bir sondaj yapılmasını  istemekte,  Mr. Paige ise bu karara karşı çıkmaktadır. Bunun üzerine  Cevat Eyüp Taşman, Celal Bayar’a dönerek “Mr.Paige’nin bilgisine, tecrübesine, fikirlerine ve ihtisasına hürmet ederim. Lakin işin en kolay tarafı o işi yapmamakta ve iş hakkında menfi mütalaa yürütmektir. Lakin bir işin en güç tarafı o işi yapmaktır. Zira bunun için çok çalışmak, yorulmak, çok terlemek ve emek sarfetmek ister. Petrol ise jeolojik tetkiklerle beraber müsait strüktürler üzerinde bir çok sondajlar yapmakla ancak bulunabilir. Ondan sonra vardır, yoktur  mevzuu bahis olabilir.”  der.
20. Haziran 1935 tarihinde çıkarılan 2804 Sayılı  Kanunla, Maden Tetkik ve Arama Enstitiüsü kurulur. Daha önce ayrı  ayrı idareler olan Altın Dairesi, Kömür İdaresi ve  Petrol Arama ve  İşletme İdaresi  böylece bir çatı altında, MTA bünyesinde toplanmış olurlar. Cevat Eyüp Taşman, Petrol Grubu Direktörlüğüne  atanır. 
Basbirin-1  Sondajı
Basbirin’de sondaj kararı alınmıştır. Ancak   bu ilk derin kuyuyu delecek sondaj makinası  Türkiye’de yoktur. Satın alınması gerekmektedir.O zamanın şartları ile çok zor  bir operasyon başlamaktadır.
Sonunda buharla çalışan, kablolu, darbeli, ikinci el, kullanılmış Standart  sondaj makinası, bütün teferruatı ve yedek parcasıyla ile birlikte  o zamanın parasıyla 44.000 liraya satın alınır, yurda getirilir ve çok zor nakliyat koşulları altında sondaj mahalline kurulur.
Başta İktisat Vekili Celal Bayar olmak üzere  tüm  meraklı gözler Basbirin’e çevrilmiştir. Kule monte edilir ve sonunda  13.Ekim.1934 günü   Celal Bayar, Yük.Müh. Abdullah Hüsrev Güleman, Prof. Granigg, İhsan Ruhi Berent, Cevat Eyüp Taşman, Başbakanlık Umumi Müfettişlik Hususi Kalem Müdürü Zonguldak Mebusu Ragıp Özdemiroğlu, Müfettiş-i Umumi Hilmi bey ve  diğer misafirlerin hazır bulunduğu  sade bir tören ve “hayırlı ve uğurlu olsun” temennileriyle Türkiye’nin ilk derin sondajına başlanır. Bu  haber, basında  şöyle yer bulur. Cumhuriyet Gazetesinin 13 Teşrinievvel, 1934 tarihli sayısına  bakıyoruz; ”MİDYATTA PETROL ARANMAYA BAŞLANDI, Sondaj  Ameliyesini  İktisat Vekilimiz Küşat  Etti (açtı) : Midyat, 13, (aa) –Midyat kazası dahilinde jeolojik noktai nazardan petrol tezahuratı arzetmekte olan ve bu itibarla petrol aramak üzere sondaj yapılması muvafık görülen noktada  en mükemmel  ve  modern sondaj hazırlıkları ikmal edilerek  bugün İktisat Vekili Mahmut Celal beyin huzurunda sondaja başlanmıştır. Sondaj aleti işletilmeye başlanmadan evvel  İktisat Vekili, muvaffakiyetler temenni ederek kordelayı kesmiştir.
İktisat Vekilimiz, tetkikat neticesi hakkında şu beyanatta bulunmuştur. ”Hususi bir kanunla İktisat Vekaletine  bağlı hükmi şahşiyeti haiz bir petrol arama ve işletme idaresi teşkil edildiğini ve başına Amerika’da tahsil görmüş gençlerimizden  Cevat Eyüp beyin getirildiğini biliyorsunuz. Bu  idarenin gösterdiği lüzum üzerine,  bugün burada petrol bulmak için  ilk arama ameliyesine başlıyoruz. Kati neticeyi yakında  bize sondaj  gösterecektir. Memleketimizde petrol tezahuratı olan  muhtelif sahalar vardır. Bunların hepsi  birer birer jeolojik tetkike tabi tutulacaktır. Petrol bulmak için ileri memleketlerin yaptıklarını, biz de ilme dayanarak kararında ve iyi netice almak azmiyle çalışmaktayız...”
Gazeteci Niyazi Acun, Dünya Petrol Tarihi  ve Türk Petrolü   adlı kitabında anlatıyor: ”Basbirin Mardin’den yalnız iyi havalarda geçit veren bir karayolu  ile 145 km uzakta idi. Sondaj için gerekli suyu  17 km uzaktan, Suriye hududu civarından  500 m.rakımdan 1100 m. irtifaa çıkarmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Hayvanla bile gitmesi zor güzergahta, tanesi 55 kg gelen çelik boruları ancak güçlükle temin edilen ve ağır işe hiç alışmamış yöre  halkı ile döşemek  bu işci ve mühendislerin haftalarca fedakarlıkla çalışması sonucu olmuştur. Sondaj malzemeleri ve kamp ihtiyaçlarının  taşınması ,her mevsim devamlı üzüntü konusu olmakta idi. Birgün Mardin’den gerekli gıda malzemelerini kampa getiren kaptıkaçtı (pikap) yolun ücra bir yerinde çamura saplanmış ve bu yüzden birkaç gün sonra oradan tesadüfen geçen  köylülerin yardımı ile kurtarılarak kampa ulaşabilmişti.”
Basbirin-1 de  “darbeli sondaj“ zor koşullar altında devam etmektedir. Ucu sivri, çok büyük bir çiviye benzer matkabın ucu köreldiğinde, yukarı çekilerek, bugünkü demircilerin  yaptığı  gibi, ocakta kızdırılır, balyozlarla dövülerek keskinleştirilir ve tekrar kuyuya indirilirdi. Sondaj  2-3 yıl sürdüğü için, sondaj mahalline  geçici binalar yapılır oralarda yaşanırdı.
Basbirin-1 kuyusu ile ilgili olarak MTA   15 Yıllık Faaliyet Raporu’nda şunlar yer almaktadır; “Bu kuyuda raslanan başlıca arızalar, Midyat kalkeri içinde takımların iki aya yakın bir müddetle şıkışık kalması, kuyunun  şakulden müteaddit defalar inhirafı (sapması) kurtarma işleri ve kampın 17 km uzakta bulunan bir yerden kampa su getiren borularda yazın çobanların, kışın soğukların yaptıkları hasarların tamiri olmuştur. Asit kullanılarak şıkışan takımların kurtarılması usulü İLK DEFA bu kuyuda muvaffakiyetle tatbik edilmiştir...
(Basbirin’i delen   Standart  kule’nin) 96 kadem irtifaında olan kulesi ve buhar kuvvetiyle çalışan makinaları ve kazanları senelerce hizmet etmiş, Basbirin kuyusu bittikten sonra sırasıyla Hermis, Kerbent, Raman-1, Raman-2 ve Raman-5 kuyularını açmıştır.
Basbirin kuyusunda 1324.6 metrede suya raslanmış  ve  16 Haziran 1936 da 1327 m.de terk edilmiş ve  533.877,34 TL‘sına mal olmuştur. Basbirin kampı İnönü, Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak tarafından ziyaret edilmiştir.”
Hermis-1  Sondajı
İkinci  derin sondajımız  Hermis ile ilgili olarak  Kemal Lokman  MTA  Dergisinde şöyle yazıyor: “Basbirin’de bulunan sondaj makinaları Hermis’e nakledilmiştir. Bu sondaj makinasını teşkil eden malzemenin umumi sikleti (toplam ağırlığı) 1250 ton olup, içinde 5.5 ton ağırlığında parçalar bulunduğu gibi, bu iki  mahal   arasındaki yollar da bu malzemenin naklini  müşgülleştirecek  kadar gayri müsaittir.”
MTA 15 Yıllık Faaliyet Raporunda Hermis sondajı ile ilgili   şu satırlar yer almaktadır: ”İkinci petrol sondajı Mardin’de, Midyat kasabasının 37 km şimalinde Hermis köyü civarındaki vadi içinde yapılmıştır. Gayet taşlık olan Serdif-Hermis köyleri arasındaki yolun yapılması uzun sürmüş ise de kış gelmeden malzeme nakledilmiş ve 14.1.1937 de sondaja başlanmıştır... Kuyuda rastlanan arızaların en mühimi ve en çok vakit kaybettireni deliğin şakulden sık sık inhiraf  etmesi; bunu tashih için kuyunun içinin doldurularak ve dinamit patlatılarak cidarların tashihine tevessül edilmesi ve borunun kopması olmuştur. 240 km.lik karayolundan  Diyarbakır’a gidip dinamit almak, çıkan kükürtlü gazlar içinde sondaja başlayabilmek için Ankara’dan maskeler temin etmek veyahut kırılan bir parçanın tamiri için İstanbul’a gitmek de bu kuyunun 1938 yılı ortalarına kadar devam etmesine sebep olan diğer amiller olmuştur.”
Toplam  405.383.89  liraya mal olan Hermis-1 kuyusu 1938 yılının ortalarında 941 metrede  petrol ve asfalt emareli olarak terk edilmiştir.
Midyat  civarında  Hermis sondajı yapılırken, diğer bölgelerde de çalışmalar devam etmektedir.  Bu çalışmalar  Trakya’da Mürefte ve Hayrabolu civarı ve Van’ın Kürzot çevresinde  yapılmaktadır. Trakya‘da  Mürefte’de   sığ sondaj yapan  Keystone ve Star  makinaları   ile   derinlikleri  97 ile 332 metre arasında değişen  8 kuyu  delinirken, Van-Kürzot‘ta ise 1937 de Kirk, Maxson ve Foley tarafından jeolojik etüdler, CGG tarafından elektrik rezistivite metodu ile jeofizik araştırmalar yapılmaktadır. Ayrıca   Kerim Temel, Nebil Ezgü, Mazlum Angın ve Kemal Lokman, Kürzot’ta eski galerileri temizleyerek ve  yeni galeriler açarak, 1937- 1938  yıllarında  bir miktar petrol elde etmişlerdir.                                                  
Kablo  Sistemi  (Darbeli Sondaj )
İlk petrol kuyularının tamamı kablo sistemiyle  açılmıştır. Bu sondaj  sistemi  esas itibariyle, bir tel halata asılı matkap ve ona bağlı ağırlıklarla yere vura-vura kuyu delme sistemidir. Açılan kuyu, kuyu dibinde bir miktar su hariç temiz tutulur. Bir metre kadar sondaj yapıldıktan sonra sonra matkap çekilir ve tabanda toplanan kesintiler, altında yere vurunca açılan, kaldırınca kapanan bir vana (valf) bulunan bir boru ile satha çıkarılır. Kuyuda yıkıntı ve çöküntüyü önlemek için belli derinlikler erişildikçe, gittikçe daralan çapta çelik muhafaza boruları (casing) indirilir. Bu sistemde en büyük sıkıntı sondajın yavaş gitmesi ve kuyudan kontrolsüz  mayi ve gazların  yukarıya gelmesini önleyebilecek emniyet tertibatının olmayışıdır.
Türkler  Sondajda Çalışmaya Başlıyorlar
Basbirin kuyusunda  sondaj ve diğer işlerde çalıştırılmak üzere  yöre insanı  işe alınmaktadır. Muhittin Eren, Yusuf Öney, Hasan Güven,  Esat Altuğ,   Zekeriya Kanter gibi isimler de bu aşamada işe girmişlerdir.  Bu  insanlar zaman içinde  sondajı  öğrenecekler ve   ilk Türk sondörleri, daha sonra ise ilk Türk baş sondörleri olarak  ulusal petrol  tarihimizdeki  yerlerini alacak ve petrol sektörüne  yıllarca hizmet edeceklerdir. İlk Baş Sondörlerimizden  Muhittin Eren  anlatıyor;
“Annem Midyat Kaymakamına gidiyor.  Benim  ilkokul mezunu olduğumu ve mümkünse bir işe  girebilmem için yardımcı olmasını rica ediyor. Kaymakam da   bir kağıda bir şeyler yazarak anneme uzatıyor. “Bu notu Basbirin’de bir  sondaj yapılıyor, oradaki Türk mühendise  verin” diyor. Oradaki Türk mühendis ( muhtemelen Cevat Eyüp Taşman) benim ilkokul mezunu olduğumu öğrenince “Sen amelelerin başında duracaksın ve akşama kadar  ne kadar boru bağlamışsanız sayısını bana bildireceksin“ dedi. Ben de her boru bağlandığında cebime bir taş koydum. Böylece akşama kadar ne kadar  boru bağladığımızı cebimdeki taşları sayarak bilebiliyordum. Akşama doğru mühendis atıyla ve seyisiyle  çıktı geldi. “Ne kadar boru bağladınız ?“ diye sordu. Ben de cebimdeki taşları çıkararak verdim, saydı. “Neden az boru bağladınız ?“ diye sorunca “Az bağladık ama sağlam yaptık. “diye cevap verdim. “Aferin, çalışmaya devam edin“ dedi ve seyisinin yularından tuttuğu atla dörtnala yanımızdan ayrıldı. Seyisi de arkalarından  koşarak  onları takip etti.”   
İlk Petrol  Bulgusuna  Doğru. Raman  Bulunuyor.
Basbirin, Hermis ve daha sonra 1938-39 yıllarında açılan Kerbent‘ten sonra gözler Raman Dağına çevrilmiştir. 1939 yılı Nisan ayında  kule nakliyatına başlanır. Ancak Midyat-Hasankeyf arasında  o zamanlar yol ve Dicle’yi geçecek köprü yoktur. Bu nedenle, kule,  Midyat-Mardin-Diyarbakır yolu ile 350 km taşınarak Maymune  Boğazına getirilir. Kemal Lokman    MTA (1940) Dergisi “Etüdler” köşesinde şöyle yazıyor; “Ramandağında, mezkur dağı şimal-cenup istikametinde baştanbaşa kateden bir boğaz bulunur ki “Maymun Boğazı” diye maruftur. Eski bir nehir yatağı olmak ihtimali olan bu boğazın şark tarafında ve 715 m rakımındaki nokta, sondaj yeri olarak intihap (tesbit) edildi. Beşiri kaza merkezi bu sondaj yerine kurulan kampın 23 km şimali şarkisine, Eluh (İluh) nahiye merkezi ise 19 km şimali garbisine  düşer ki, yapılmakta olan  Diyarbakır-Cizre demiryolu Eluh (İluh) köyünün içinden geçer.”
Kemal Lokman  Raman-1‘in bulunduğu  yeri   tarif ettikten sonra, yazısına şöyle devam ediyor: “....1934 yılının yazında mevcudiyeti  öğrenilen Ramandağı Antiklinalinin esaslı bir surette etüdü ve jeolojik tetkikatı 1937 ve 1938 senelerinin ilkbahar ve yaz aylarında yapıldı. ...Fenni tetkikat ikmal edildikten sonra 1939 ilkbaharında bu mıntıkanın sondajlarla aranmasına karar verilerek, 19 Mayıs’ta sondaj yapılacak yer seçildi ve derhal  sondaj makinası (Standart kule, buharlı-darbeli-kablo sistemi) ile  malzeme ve teçhizatın nakline başlandı. Alet ve edavatın taşınması ve makinelerin kurulması iki ay kadar sürdü. Nihayet 24 Temmuz 1939 da sondaj ameliyesine (başlandı). Takriben 9 ay sonra kuyunun 1048 m. derinliğinde Yukarı (Üst) Kretase formasyonunda petrol bulundu.”
20 Nisan 1940  Cumartesi  Sabahı
20 Nisan 1940 Cumartesi sabahı, yılların sondörü Kanadalı  sondör Mc Cauley, 8 inçlik  muhafaza borularını 1050 metreye  set etmek üzere hazırlık yapmaktadır. Muhafaza borularını indirmeden önce kuyuyu derinleştirmek üzere  sondaj dizisini kuyuya indirmiş ve sondajını yapıp matkabı yukarı çektiğinde, matkabın petrole bulaşmış olduğunu görür. Çok heyecanlıdır. Koşup herkesi olaydan haberdar eder. Olayın devamını Kemal Lokman  MTA Dergisinde (1940) şöyle anlatmaktadır; ”... Satıhtan itibaren 66 ve 111.ci m de tatlı suya ve 145 m de gaza ve 151 m de gaz ve suya tesadüf edildi... 1059 m.de 8 pusluk(inch) borular indirilerek çimento ameliyesi yapılmak üzere kuyuda bir sondaj proğramı tatbik edilirken 1048 m ye varıldıkta sondaj matkabının petrolle bulaşmış olarak çıktığı görüldü. Ve derhal “Bailer” denilen hususi kova kuyunun dibine kadar indirilerek geri çıkartıldığında kova tamamen petrolle dolmuştu. 4 gün sonra kuyu aynı kova ile muayene edildiğinde kuyuda petrolün seviyesi, satıhtan itibaren 137 metrede olduğu tesbit edildi. Bu suretle 8 pusluk boruların içinde dipten 900 m yüksekliğe kadar petrolün toplanmış olduğu müşahede edildi. Bilahare yapılan müşahadeler mayi miktarının günde 10-30, petrol miktarının da 3.5-10 m3 olacağını göstermiştir. Petrol  sathı arza (yüzeye), getirilecek hususi tulumbalarla çıkarılacaktır.”
Ve nihayet, bölgede 5-6 yıldır azimle sürdürülen  çalışmaların sonunda Türkiye’de de “kara altın“ petrol bulunmuştur. Bu  haberin  23. Nisan  Çocuk Bayramı  arifesinde oluşu ve bir milli bayramla çakışması ülke çapında  büyük sevinç yaratmıştır. Haberin geldiği  TBBM Meclis koridorlarında ise  memnuniyet son safhadadır. Dış dünyada  devam eden 2. Dünya Savaşı, içeride  büyük Erzincan depremi ve üst üste gelen sel faleketleri  bir  an olsun unutulmuş, petrolün ülkeye  getireceği refah ve kalkınmışlık düzeyi konuşulmaya başlanmış, o ana kadar adı hiç duyulmayan Ramandağı artık  bir umudun simgesi olarak dillerden düşmez olmuştur.
Başbakan Dr.Refik Saydam, 25 Nisan 1940 günü,  saat 19.35 te kendisi için hazırlanan özel bir trenle Ankara’dan Diyarbakır’a hareket eder. Mutlu haberi yerinde görecek ve bilgi alacaktır. Yanında  İktisat Vekili Hüsnü Çakır  ve MTA Enstitüsü  Umum Müdürü  Hadi Yener ile gazeteciler  vardır. 29 Nisan  akşamı Diyarbakır’a gelen  başbakan  30 Nisan’ı resmi kabul ve ziyaretler ile  geçirdikten sonra  1 Mayıs günü Raman’a gider. Şimşeklerin çaktığı, gök gürlemelerinin  bol olduğu, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmurlu  günde Başbakan Dr.Refik Saydam   adını hep duyduğu, ancak o ana kadar görmediği, bilmediği petrolle ilk defa  tanışır. Elini petrole sokar, koklar. Mutluluğu gözlerinden okunmaktadır.
Başbakan    şu  resmi açıklamayı yapar; “Raman dağında yapılmakta olan sondajın bugünkü vaziyeti, mütehassısların kati  ifadelerine göre, bir petrol mıntıkasının tezahürüdür. Mıntıkanın arzi teşekkülünün müsait bulunması, bu tezahüre hususi bir kıymet vermektedir. Bunun hududunu ve verimini tesbit  için daha müteaddit  sondajlara ihtiyaç vardır. Bundan sonraki mesaiye mütetassıslarca tesbit edilecek proğram dahilinda devam olunacaktır. Bu hususta icabeden  tahsisat Büyük Millet Meclisinden istenecektir.”
2. Mayıs .1940 tarihli Cumhuriyet Gazetesini okuyoruz “  Diyarbakır 1  (a.a.) : Şehrimizde bulunan Başvekil  Dr.Refik  Saydam  refakatinde İktisat Vekili, Birinci Umumi Müfettiş, Kolordu Komutanı, Diyarbakır Valisi, Maden Tetkik ve Arama Genel Direktörü  ile Petrol Grubu Müdürü olduğu halde bu sabah saat 5 te trenle Bismil’e hareket etmişlerdir. Bu sabah trenle Bismil’e giden Başvekilimiz, otomobille yollarına devam etmişler ve saat 11 de Raman dağından petrol mıntıkasına muvasalat eylemişlerdir. Burada tesisat  görülmüş ve üzerinde etüdler yapılmıştır. Başvekil numüne olarak kuyudan çıkarılan petrol hakkında mütehassısların verdikleri izahatı dinlemişlerdir. Öğle yemeğini petrol kampında yiyen Başvekilimiz saat 14 de Diyarbakır’a müteveccihen, hareket etmişlerdir...”
3.Mayıs.1940 tarihinde ise  Cumhuriyet Gazetesi şu haberi geçmiştir. ”Beşiri, 2
(Hususi) Başvekilimizin petrol sahasında yaptığı tetkiklerden sonra verdiği emir üzerine yeniden on kuyu daha açılmasına karar verilmiştir. Açılan kuyudan petrol fışkırmaması için sondaj şimdilik durdurulmuştur. Beher kuyudan günde 30 ton hesabı ile on kuyudan 300 ton petrol alınabilecektir. Yeni sondaj yerleri  tesbit edilmiş, ayrıca memur ve mütehassıs, usta ve işciler için yapılacak  binaların yerleri tesbit olunmuştur. Başvekilimiz, Diyarbakır’dan Irak ve İran hududuna doğru uzatılmakta olan tren hattının süratle Beşiri’ye ulaşması için DDY Umum Müdürlüğ’üne talimat vermiştir. “
İluh   Köyüne Tren İstasyonu  Geliyor
Raman-1 deki petrol keşfi daha önce planlanan  tren hatları ile ilgili proğramları değiştirmiştir.  7 Mayıs 1940  tarihli Vakit  Gazetesinde şu haber yer alır: “4 Mayıs 1940  tarihinde toplanan TBMM  de  Gümüşhane Mebusu Hasan Fehmi Ataç  söz alarak, Beşiri’de petrol membalarının keşfedilmiş bulunması dolayısiyle bu havza yakınından geçen Diyarbakır-Irak  hattından  buraya temdit edilecek  bir şube hattına ihtiyaç olacağını ileri sürerek bu hattın inşaası cihetinin mevzuu müzakere kanun ile nazarı dikkate alınmasını istemiş ve bu maksatla bir de takrir vermiştir.”  Gümüşhane Mebusu Ataç’a karşılık söz alan Başbakan Refik Saydam: “Malumualiniz, o mıntıkaya gittim, dolaştım ve dün geldim. Arkadaşlarımızın bu kanun vesilesi ile temas buyurdukları petrol havzası  hakkında gördüklerimi anlatayım.
Mahallinde gördüğüm vaziyete nazaran, (tren)  hattın oraya götürülmesine henüz vaktimiz vardır. Sondajlar devam edecektir. Hakikaten bir petrol mıntıkasına tesadüf edilmiştir. Tabii bunun vüsatı ve verimi hakkında lazım gelen tetkikatı yapmak icap etmektedir. Esasen Bismil’e kadar, henüz hat açılmamış olmakla beraber, trenle gittik. Oradan Ramandağları istikametine kadar, Eruh kasabasına kadar trenin geçmesi için lazım gelen  tertibat yapılmıştır... Eğer bu mıntıkada büyük iktisadi bir petrol sahasına tesadüf edecek olursak, lazım gelen sondajlar yapıldıktan sonra, bu hattın temdidi mümkündür. Esasen bu hat azami 35-40 km kadar bir yer tutacaktır.”
Maymune Canlanıyor.
Maymune Boğazında  petrol sondajlarına başlandığı sıralarda bu işlerde çalışan personel, kısmen çadırlarda kısmen de küçük geçici ve ilkel ahşap barakalarda barındırılmakta idiler. Bu mıntıkanın ümit verici emareleri elde edildikten sonra ancak 1941 senesinde daha sonra  ‘Merkez Kamp’ denilen, kerpiçten iki katlı bir bina inşa   edilmiş ve sondaj  personelinin ikametine tahsis edilmiştir. Bu arada sondajlar da devam etmektedir. Raman-1 den üretilen petrolu işleyecek,  İstanbul’dan  sökülerek getirilen  ve Diyarbakır’daki depolarda bekleyen  hurda rafineri parçalarından  basit bir rafineri kurma çalışmaları  başlamıştır. Böylece, o ana kadar dışarıdan  gelen- ancak  savaş nedeniyle  temini gittikçe  zorlaşan, benzin, ve motorin  burada üretilecek, böylece hem zaman hem de para  yönünden büyük tasarruf sağlanacaktır. Maymune Boğazı   geceleri artık ışıl ışıldır. Benzinli jeneratörün ürettiği elektrik  ve yanan  lambalar, uygarlığın burada da var olduğunun birer kanıtıdır artık.  
İlk  Rafineri , Maymune Boğazı
“1940 yılında Raman’da Maymune Boğazında açılan 1 numaralı kuyuda petrole raslanması üzerine bu kuyudan istihsal edilen petrolden istifade etmek ve çıkan petrolün tecrübelerini yapmak maksadiyle 1941 yılında Maymune Boğazında günlük kapasitesi 3 ton olan küçük bir tecrübe rafinerisi kurulmuştur.” Yukarıdaki satırlar MTA Enstitüsü 15 Yıllık Faaliyet Raporundan alınmıştır.
Hasan Göker anlatıyor: “ Raman’dan çıkan petrolü işlemek için ilk olarak , Boğaz’da bir musevi vatandaş tarafından işletilen, iki kazandan ibaret bir hurda tesis, Raman’ın hemen altındaki Maymune Boğazına getirilip, Polonyalı bir mühendis olan Mankiyeviç’in yönetiminde Şemsi Ağar, Oğuz Avdan, Cemil Kaptan, Mustafa Cam vs arkadaşlarca monte edilip işletmeye alınmış, daha sonra bu rafineri Batman’a taşınarak Pilot rafineri olarak hizmet görmüştür.” Oğuz  Avdan   kısa bir süre sonra  yerini Şemsi  Ağar’a bırakarak  Maymune’den ayrılılır. Maymune’deki bu ilkel tasfiyehane , gerek mühendis gerekse teknik işçi yetiştirme açısından bir okul görevi görmüştür. Sayıları gittikçe artan bu mühendis ve teknik kadro, özellikle Batman Rafinerisi’nin kuruluş ve işletmesi safhalarında  oldukça tecrübe kazanmış  ve  diğer rafinerilerin (Ataş , İpraş ve İzmir Aliağa)  kurulmasında etkin rol almıştır.

TÜRKİYE’NİN İLK PETROLCÜLERİ
BURSLU TALEBELER
*Avrupa ve Amerika’ya talebe gönderilmesini Atatürk istedi.
*Bu proje, devletin o parasız döneminde, MTA’ya 3 milyon dolara mal oldu.
*Amerika’ya gitmek için iki yıl gemi  bekledim.
*Bizlere 600 TL ve 600 dolar verdiler. Bizden öncekilere 1200 dolar vermişler.
Mehlika Taşman paleontoloji, Reşit Yonca, Tevfik Sadullah ve Turgut Uluğ ise petrol mühendisliği  dalında ABD’de eğitim görmekte iken, MTA Enstitüsü  ve  Etibank, maden mühendisi  olmak üzere  Almanya, İsviçre ve Avusturya’ya burslu talebe  göndermektedirler. Avrupa’da savaş rüzgarlarının esmeye başladığı 1939 yılında, 3  genç  MTA’nın açmış olduğu  ve 250 kişinin girdiği sınavı kazanarak  yurtdışında burslu okuma hakkını kazanmışlardır. Bu gençler  Ankara Erkek Lisesi (şimdiki  Atatürk Lisesi) mezunu Abdurrahman Durukal, Kayseri Lisesi  mezunu  Hulusi  Berilgen  ve Reşit Yonca‘dır. Durukal ve Yonca petrol mühendisliği, Berilgen ise   paleontoloji okuyacaktır.
2. Dünya savaşı başlamış, savaş ortamı içinde, bursların bir süre ertelenmesi ve Avrupa’da okuyan öğrencilerin  Türkiye’ye dönmeleri  gündeme gelmiştir. Fakat Türkiye Hükümeti Almanya’nın  savaşta  galip geleceği  tahmini ve görüşü ile Almanya’ya burslu talebe göndermeye devam etmiştir. Çünkü; sürmekte olan  savaş Almanya  toprakları dışında olmaktadır. Bu, 1945 yılına kadar böyle devam eder. Savaş, Almanya’nın aleyhine dönmeye başlayınca, gelen bir talimat üzerine,  Almanya’da bulunan bütün  talebeler, 1945 Mart’ında  biraraya toplanır. Alman hükümeti, ülkelerine geri dönecek Türkler için özel bir tren tahsis eder. Trende öğrencilerle beraber Almanya’da bulunan diplomatik Türk personel de bulunmaktadır. Tren İsviçre’ye kadar gelir, orada durur. Günler geçer tren hareket etmez. Çünkü bütün tren hatları bombalanmaktadır. Tren geri döner ve  Danimarka üzerinden İsveç’e gelir. Kafile burada bir Kızılhaç gemisine bindirilir.
Bombalanma korkusuyla gemi önce daha güvenilir olan  Kuzey Denizine doğru yol alır. Daha sonra geniş bir kavis çizerek İrlanda Denizi üzerinden Atlantik Okyanus  ve daha sonra Akdeniz’e  girer. Önce Mısır’a uğrayan gemi,  8 Nisan 1945 tarihinde İstanbul’a gelir. Devlet, yokluk içinde olmasına rağmen, eğitimin  son derece önemli olduğunun idraki içindedir. Bu kadrolar daha sonra cumhuriyetimizin kalkınmasında önemli roller üstlenecek ve ülkelerine hizmet edeceklerdir. Bu düşünce içinde  devlet,  Avrupa’da okuyan talebelerini  bir süre sonra eğitimlerine devam edebilmeleri için ABD‘ne gönderecektir.
 Abdurrahman Durukal anlatıyor: ”Savaş çıkınca, bizi artık göndermezler diye düşündük. Bu esnada devlet  Avrupa’daki bütün talebeleri  çağırdı.... Çoğu arkadaşlar savaştan (bombalardan) kaçarak gelmişler.  Hatırladığım kadarıyla 52 kişiydik galiba. Evvela biz gidiyoruz 12 kişi olarak. Grubun içinde  jeofizikçiler ve daha çok olarak maden mühendisi vardı. Hiç  unutmam bir Rus  gemisi ile İstanbul’dan Atina’ya  gittik. 52 kişi olarak Atina’da toplandık. Bizi 1 ay beklettiler. Dediler ki; ”Almanya  gemileri batırıyor, tehlikeli.” En sonunda bir Yunan gemisi ile 28 günde  New York’a vardık.
Ben Oklohama’ya, Hulusi ise Texas’a gitti. Hulusi  paleontoloji okumak istemedi. Bir sömestr sonra, MTA‘ya müracaat ederek  petrol mühendisi olmak istediğini söyledi. MTA da kabul etti. O da Oklohoma’ya, benim yanıma geldi. 1940 yılından itibaren Hulusi Berilgen ile  üniversite hayatımız hep beraber geçti..... Türkiye’ye dönüşümüzde de problemler devam ediyordu. Alman denizaltıları Atlantik’te cirit atıyor, Amerikan gemilerini batırıyorlardı. Türkiye’ye giden bir gemi bulmak için New York’ta 1 aydan fazla bekledik. Sonunda konsolosluk araya girdi... O zamanlar, savaşın sonlarına doğru Romanya’ya, Mısır’a yiyecek yardımı gönderiyorlar. 48  saatte imal edilip suya indirilen ve “Liberty Ship”( Doğal olarak 2 günde bir gemi inşa etmek  olanaksızdır. O yıllar ABD’nde yılda 400 gemi inşa ediliyordu. Bu sayı güne bölündüğü zaman her güne bir gemi düşüyordu)  diye anılan küçük yük gemilerinin birinde bize yer buldular. Bizi Romanya’ya gidene bindirdiler, Hulusi ile beraber... 28 günde İstanbul’a geldik, doğruca  MTA‘ya giderek “Biz geldik” dedik. MTA  o zaman küçüktü. Yeri  Ulus-Anafartalar’da  şimdiki (bir önceki) Adliye Sarayı’nın karşısında  4 katlı bir bina idi. Şimdi  otel oldu galiba.”
Selahattin Özkan  anlatıyor: “Biz Almanya‘dan gidenler azız Amerika’da. 1944 senesinde harbin bitmesinden bir sene evvel, Türkiye Amerika’ya 80 kişi gönderiyor. Örneğin; Rifat Bayazıt, Raşit Ceylan, Parisa Gönülden, Mustafa Solim, Hasan Göker, Ferhan Sanlav, Hasan Çil  hepsi o 80 kişilik ekiple Amerika’ya gitmişler. Onlarla Amerika’da buluştuk.
Biz,  Amerika’da okula yeniden başlar gibi olduk. Ben 1940 yılında liseyi bitirdim ama Amerika benim Almanya’da ki tahsilimi 3 dönem olarak saydı. Öyle devam ettim. 1948 de Raman-8 numarada ilk petrol bulununca M.T.A. telaşlanıyor, petrol mühendisimiz yok diyor. Bütün öğrencilere, hepimize, petrol mühendisi ve petrol jeoloğu olmak isteyen var mı diye sordular. İsteyen bu bölüme geçebilir dediler. Ben maden okuyordum, geçerim dedim. Rifat, Raşit de olur dediler. Ben geçerim  ama önce maden mühendisliğini bitiririm dedim. Bitirmeme 1 sömester kalmıştı çünkü, Madenden sonra petrol mühendisliği mastırı yaparım dedim. Ötekiler madeni bıraktılar, petrole başladılar. Jeologlar petrol jeolojisine ağırlık vermeye başladılar. Jeologlardan Mithat, Raşit, Ferhan Sanlav vardı. Bunlara neden olan, 8 numaralı kuyudur. Çünkü alınıp, satılabilir miktarda petrol üreten bir kuyudur. Petrol keşfi demek, petrolü bulmak demek, değildir.  Keşfin, bir ekonomik değer taşıyorsa anlamı vardır.”
Hasan Göker anlatıyor : “1945 yılında devlet, çeşitli alanlarda uzman yetiştirmek üzere sınav açmıştı 125 kişilik. Biz  MTA tarafından seçildik. ( Mustafa Solim, ben vs. ) Bir de Almanya’da okuyup, harp nedeniyle tahsilini bitiremeden dönenler vardı: Selahattin Özkan, Selahattin Malkoç, Hasan Mumcu, Parisa Gönülden, Nezihi Berkkam ve Sait Şahankaya vs gibi.
Onlarla birlikte Amerika ya gideceğiz ama vapur yok, bekliyoruz. Rusya ya malzeme getirmiş bir şilep, dönüşte 6 öğrenci aldı, biri de bendim. 23 günde hiç durmadan giderek Baltimor’a vardık. Devlet baktı ki biz 1 yıl vapur bekledik, böyle olmuyor, Bakır şilebi diye bir şilep vardı, onu tamir ve tadil ettiler.  110 talebeyi de o alıp götürdü. Bakır şilebi Amerika ‘ya giden 2. Türk gemisiymiş, 1. si Gülcemal, 2.si Bakır Şilebi imiş. O sıralarda Washington’da ölen sefirimiz Münir Ertegün’ün naaşını getiren Missuri zırhlısı da, bir jest olarak, bekleyen talebelerden ikisini alıp götürmüştü.
Bu arada Raman da petrol bulundu 1946 da.  1944 de bulundu da 46 da ancak telaffuz edilmeye başlandı. Bize, petrol ve rafineri mühendisi lazım diye yazı geldi. Teksas’a gidip petrol okumam talimatı geldi. MTA dan 1 yıla yakın kaybımız oldu ama kredilerimizin bir kısmı sayıldı. Bir buçuk yıl Teksas’ta  Petrol Mühendisliği okudum. 1948  yılında  Tulsa’da rafineri mektebi vardı oraya transfer oldum. Hayrettin Bezmen, Mustafa Solim, Selahattin Malkoç ve ben  toplam 4 kişi  oradan mezun olduk.”
Rıfat Bayazıt  anlatıyor : “1944 yılında devlet bir sınav açtı, o sınavı kazandım MTA adına. O sırada 2. Dünya Savaşı sona ermişti. Amerika’ya ancak şileplerle gidilebiliniyordu. Ben Amerika’ya gidebilmek için 2 yıl gemi bekledim. Bizden evvel giden Selahattin Özkan, Hasan Göker, Ferhan Sanlav, tamamen şans eseri benden 2 yıl evvel gittiler. Ben Bakır şilebiyle gittim. İngilizce bilmiyordum, 6 ay Amerika’nın içinde dolaşarak dil öğrenmeye çalıştım ve gittikten 8 ay sonra üniversiteye başladım. Maden mühendisliğini seçtim. İ. Ruhi Berent, bana: ‘gelecek petrolde, petrolü seç’ demişti. Raman’da petrol olduğu kesinleşince, o zaman  ABD’den MTA adına maden okuduğumuz için bir kısım arkadaşlara mektupla petrol mühendisi, petrol jeoloğu ve jeofizikçi olarak branşlarını değiştirmeleri konusunda görüş istenmişti. Ben maden mühendisliği için gitmiştim ama “izabe mühendisliği(metallurji)”ne devam ediyordum ve izabe mühendisliğinin 3.sınıfında idim.Teklifi kabul ettim. O zamanki gerekçe şuydu: “Demek ki bize ihtiyaçları var. Demek ki biz Türkiye’ye döndüğümüzde masa başında oturmayacağız. Bir iş bulacağız, zevkli bir çalışma olacak olacak.” diyerek petrol mühendisi olmuş oldum
Rıfat Bayazıt  anlatıyor: “1944 yılında devlet bir sınav açtı, o sınavı kazandım MTA adına. O sırada 2. Dünya Savaşı sona ermişti. Amerika’ya ancak şileplerle gidilebiliniyordu. Ben Amerika’ya gidebilmek için 2 yıl gemi bekledim. Bizden evvel giden Selahattin Özkan, Hasan Göker, Ferhan Sanlav, tamamen şans eseri benden 2 yıl evvel gittiler. Ben Bakır şilebiyle gittim. İngilizce bilmiyordum, 6 ay Amerika’nın içinde dolaşarak dil öğrenmeye çalıştım ve gittikten 8 ay sonra üniversiteye başladım. Maden mühendisliğini seçtim. İ. Ruhi Berent, bana ‘gelecek petrolde, petrolü seç’ demişti. Raman’da petrol olduğu kesinleşince, o zaman  ABD’den MTA adına maden okuduğumuz için bir kısım arkadaşlardan mektupla petrol mühendisi, petrol jeoloğu ve jeofizikçi olarak branşlarını değiştirmeleri konusunda görüş istenmişti. Ben maden mühendisliği için gitmiştim ama “izabe mühendisliği (metallurji)”ne devam ediyordum ve izabe mühendisliğinin 3. sınıfında idim. Teklifi kabul ettim. O zamanki gerekçe şuydu: “Demek ki bize ihtiyaçları var. Demek ki biz Türkiye’ye döndüğümüzde masa başında oturmayacağız. Bir iş bulacağız, zevkli bir çalışma olacak.” diyerek petrol mühendisi olmuş oldum.
Mithat Tolgay  bu konuyu  detaylı  olarak şöyle anlatmaktadır: “Yabancı ülkelerde çeşitli  devlet kuruluşları  hesabına okutulmak üzere Milli Eğitim Bakanlığınca 21.11.1944 tarihinde açılan sınavda  kazanan 25 öğrenci MTA için Amerika’ya gönderilmiştir. Bu öğrenciler, maden, jeoloji, jeofizik ve metalürji konularında öğrenim yapacaklardı. Örneğin ben maden mühendisliği okuyacaktım. 1948 de Raman’da petrol bulununca anladığım kadarıyla gruptan ben dahil bazı arkadaşlara petrol jeolojisi ve  mühendisliği  konusuna  geçmemiz  önerilmişti. Ben 1948 yılı  yaz tatilinde staj yapmak için   Idaho Eyaletinde  bir maden şirketinde iş bulmuştum ve şirketde daha çok yeni cevher damarları bulmak için  galerilerde devamlı karot sondajı yapan ekipte ve  bir jeologla çalışmıştım ve böylece  jeolojiyi yeğler duruma gelmiştim. Bu nedenle öneriyi kabul ettim ve  ek sözleşmeyi imzaladım. Öneride öğrenim tamamlanınca sanayide bir sene staj yapacağımız belirtilmişti. Bu arada 1950 seçimleri yapılmış iktidar değişmişti ve daha önceki proğramımız iptal edilmişti. Öğrenimimi tamamlama tarihinden iki ay önce diplomayı alınca yurda dönmemiz istendi. Staj görmeden dönersek pek yararlı olamıyacağımızı ileri sürerek hemen dönmek istemediğimi belirttim... Master derecesi için çalışmaya başladığımda, Oklahoma  Jeoloji Kuruluşunda laboratuvar asistanı olarak çalışıyordum.  Bu arada Birleşik Devletler Jeoloji Kuruluşundan gelen meşhur jeolog Dr.Hugh Miser, yeni Oklahoma jeoloji haritası projesini yürütüyordu. Asistanı olan arkadaşım mezun olup ayrılınca beni önermiş,  Miser ile diplomamı alıncaya kadar  çalıştım. İyi bir deneyim oldu. Dr. Miser, yapmakta olduğu  haritanın %80’nini iyi ilişkileri olduğu  büyük petrol şirketlerinin ona emanet ettikleri gizli ayrıntılı haritalarından derliyordu. Benim  sorunumu çözmek için bir kaç şirketle görüşmemi sağladı. Ancak ben bir sene çalıştıktan sonra Türkiye’ye döneceğimi söyleyince hepsi de,  ancak bir sene yetişme döneminden sonra kendilerine yararlı olmaya başlıyacağımı belirterek  haklı olarak beni işe almak istemediler. Orada kalmak isteseydim iş hazırdı. Bunun üzerine ben de  üniversiteden petrol mühendisi arkadaşımın çalıştığı şirketde  iş buldum. Arkadaşım da staj döneminde idi. Beraberce Kuzey Texas’da üç arama kuyusunda  sondaj işçiliği yaptık. Üç ayda çok şey öğrendim.  Bu arada  MTA ile  yazışmamız sürüyordu. Mezuniyetden  dört ay sonra  yurda döndük.
Bizim gruptan kaç kişinin petrol konusunda öğrenim yaptığı bilmiyordum.  Oklahoma üniversitesinde  Melih Genca  ve İsmail Hakkı Arman petrol mühendisliği konusunda master yapıyorlardı. MTA’ya döndüğümüzde yalnız ben petrol jeolojisi servisinde görevlendirilmiştim.  Petrol Yasası  16 Mart 1954 de yürürlüğe girdikten sonra  TPAO ve  Petrol Dairesi kuruldu. Söz konusu  25 bursiyerden  aşağıda isimleri belirleneler MTA’dan bu kuruluşlara devredildiler:
Türkiye Petrollerine: Raşit Ceylan         ( Jeolog ), Ferhan Sanlav (Jeofizikçi )
Rifat Bayazıt( Petrol Müh.), İ.  Hakkı Arman ( Petrol Müh.), Melih Genca      ( Petrol Müh.), Hasan Göker (  Rafineri  Müh.), Mustafa Solim (  Rafineri Müh.), Mithat Tolgay(  Jeolog ) Petrol Dairesi Reisliği’ne ise, Hikmet Dinçer( Jeolog ), Mehmet Gürel
( Jeolog ), Safa Ardıç (Jeofizikçi ) geçtiler.
Bizden önce yurt dışına Amerika ve diger ülkelere öğrenime gönderilenlerin  hepsini tanımamız doğal olarak olanaksızdı.  Ekim 1952 de MTA’da işe başladığımda  petrol konusunda  çalışanlardan  tanıyabildiğim elemanlardan  kuşak sıralaması yapmayı  deneyebiliriz.  En eskiden başlamak üzere:

A – Birinci Kuşak:
Kemal Lokman ,                      Petrol Mühendisi , Fransa
Ali Dramalı ,                             Petrol Mühendisi , ABD
Kasım Önder,                          Petrol Mühendisi , ABD

B – İkinci Kuşak
Ziya Kirman,                            Jeolog, ABD 
Adnan Küçükçetin,                  Jeolog, ABD
Kazım Ergin,                            Jeofizik, ABD
Pertev Bediz,                           Jeofizik, ABD
Nuh Naci Tilev,                       Mikropalontoloji, İsviçre     
Necip Tolun ,              Jeolog , İsviçre
Orhan Baykal,             Jeolog , ABD
Hulusi Berilgen ,                       Petrol Müh. ABD
Abdurrahman Durukal,            Petrol  Müh. ABD   
Turgut Uluğ,                             Petrol Müh. ABD
Reşit Yonca,                            Petrol Müh. ABD

C – Üçüncü Kuşak:
Bu kuşak, 2. Dünya savaşı sırasında Almanya  ve İngiltere’ye gönderilen elemanlardır. Özellikle Almanya’da savaş ve savaş sonrası  öğrenimleri  yarıda kalanlar, bizim grupla Amerika’ya gönderildiler;  bu gruptan petrol konusunda yetişenler:

Sait Şahankaya,                       Jeolog (Almanya – ABD)
Parisa Gönülden,                      Jeolog  (Almanya  ABD)
Bedii Dinçel ,                           Jeolog (Almanya –ABD)
Selahi Diker,                            Jeofizikçi (İngiltere- ABD)
Selahattin Özkan,                     Petrol Müh.  ( Almanya  - ABD)
Selahattin Malkoç,                   Petrol Müh. ( Almanya – ABD)

Uzun süren ikinci dünya savaşı nedeniyle,  Amerika ve Kanada şirketlerinde büyük  teknik eleman açığı  oluşmuştu. Bu  nedenle çok iyi öğrenim görmüş  bir çok MTA elemanın ayrılarak  yurt dışına gittiklerini,  MTA’da  göreve başladığımızda öğrendik.” 

MAYMUNE MERKEZ KAMPI
“Bu mıntıkada petrol sondajlarına başlandığı sıralarda bu işlerde çalışan personel kısmen çadırlarda, kısmen de küçük muvakkat ve iptidai ahşap barakalarda barınmakta idiler.Bu mıntıkanın ümit verici emareleri elde edildikten sonra ancak 1941 senesinde Maymune Boğazında, bilahare ‘Merkez Kampı’ adı verilen, kerpiçten iki katlı bir bina inşa edilmiş ve sondaj personelinin ikametine tahsis edilmiştir” MTA 15 Yıllık Faaliyetleri
Abdurrahman Durukal anlatıyor: “ İlk kampımız Maymune Boğazı’ndaydı. Bu binanın inşaatına 1941’de başlanmış büyükçe iki katlı  bir kerpiç binaydı. Alt katta yemekhane, ofis hizmeti gören bir iki oda, üst katta ise  beş veya altı tane oda vardı. Sondörü, doktoru, mühendisi hepimiz  üst kattaki odalarda  kalıyorduk. Öyle klima, buzdolabı gibi şeyler yok o zamanlar. Aramızda yarışma yapardık ‘kimin testisi daha fazla soğutuyor’ diye. Akşamdan testilere su doldurur, bezlere sarar kapının önüne koyardık. Sabahleyin termometreyi  getirir ölçerdik.  Üç yıl böyle geçti.”

GAZETECİ GÖZÜYLE  RAFİNERİ
3 Mart 1948  günü  Cumhurbaşkanı  İsmet  İnönü  Raman’ı ziyaret eder. Daha sonra incelemelerde bulunmak ve bilgi almak için aşağıya  yani Maymune ‘ye  rafineriye gelir. Yanında  MTA  Genel Direktörü İ.R.Berent , Necdet Egeran ,Abdurrahman Durukal , kalabalık bir gazeteci  grubu ve  il protokolu  vardır. Gazeteci grubunun içinde Ulus Gazetesi’nden Niyazi Acun da vardır. Niyazi Acun  “Dünya Petrolü ve Türkiye” adlı kitabında  anlatıyor: “ Rafineri tesisine geldik. 8 saatlik bir çalışma kapasitesinde 10 ton ham petrol işleyen tasfiyehane bir laboratuvar şeklinde kurulmuştur.Etrafı tel örgülerle çevrilmiş olan rafineriye girerken Polonyalı rafineri uzmanı Mankievicz  bizden sigaralarımızı söndürmemizi rica etti. (Raman) 8 ve 9 no. lu kuyulardan alınan petrolü,sarnıçlı kamyonlar buraya  getiriyor. Rafineriye 300 m. kadar  uzaktaki bir tanka boşaltılıyor. Ham petrol tanktan borularla rafineriye geliyor.”                                                                             
“Ham petrol borularla fırınlara geliyor.Orada muayyen derecelik hararette kaynıyor. Sonra tebahhurat ve seyyaliyet neticesi tasfiye oluyor. Dört boru vasıtasıyla benzin ,gazyağı,mazot ve asfalt varillere aktarılıyor...Türk petrolünün evsafı şudur: %12 Benzin, %17 Gazyağı,%22 mazot,%48 Asfalt %1 zayiat.
 MTA nın Maymune Boğazına kurduğu bu küçük rafineri tesisatı bile memlekete neler kazandırmıyor? Evvala Türk gençliğinin rafineri mütehassısları için bir ekol ve laboratuvar olan rafineri , Raman’da çalışan bütün motorlu vasıtaların, motorların benzinini ve mazotunu temin ediyor.Artık Raman ve civarında yabancı akaryakıtla iş görülmediğini öğrenmekle ne kadar iftihar etsek azdır.”
“Çok iptidai şekilde kurulmuş olan bu rafineri, Raman’da  8 numaralı kuyunun istihsale açılması üzerine ,daha geniş ölçüde tecrübeler yapmak ve kampın akaryakıt ihtiyacanın hiç olmassa  bir kısmını karşılamak maksadiyle 1947 yılında tevsikan günde 9 ton ham petrol işleyebilecek  kapasiteye   çıkarılmıştır.”
Üretilen Asfalt  Elde Kalıyor
Türkiye’de  yeteri kadar karayolu  yoktur. Mevcut  yolların büyük bir  kısmı asfaltsız toprak yollardır.Asfalta çok ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer bir yandan  rafineriden üretilen asfalt, rafineriden biraz uzakta  açık havada  bulunan büyük bir çukurun içinde toplanmaktadır ve işe yaramadan öylece beklemektedir. Diyarbakır belediyesine  asfalt hibe edilmiş , şehrin bütün yolları asfaltlanmıştır.
Ancak, bu miktar, asfalt stoklarını eritecek  düzeyde  değildir ve çukurdaki asfalt miktarı gittikçe artmaktadır. Nedenlerini Niyazi Acun  anlatıyor: “....Bu küçük rafinerinin şikayetleri olduğunu duyunca sakın hayret etmeyelim. Bu şikayet MTA’nındır...Müessese asfaltlarını Bayındırlık Bakanlığına satmaktadır. Bakanlık , Raman asfaltının tonunu 180 liradan almaktadır. Çok ucuza yerli asfalt kullanmak Bayındırlık Bakanlığını şüphesiz çok memnun etmiştir. Fakat Bakanlık asfalt koymak için kap bulamadığını ileri sürerek Raman asfaltına, şimdilik, bu yüzden bigane kalmıştır...
...Rafineri tesisine geldik. 8 saatlik bir çalışma kapasitesinde 10 ton ham petrol işleyen tasfiyehane bir laboratuvar şeklinde kurulmuştur. Etrafı tel örgülerle çevrilmiş olan rafineriye girerken Polonyalı rafineri uzmanı Mankievicz (resimde ortada gözlüklü) bizden sigaralarımızı söndürmemizi rica etti. 8 ve 9 no.lu kuyulardan alınan petrolü, sarnıçlı kamyonlar buraya getiriyor. Rafineriye 300 m. kadar  uzaktaki bir tanka boşaltılıyor.Ham petrol tanktan borularla rafineriye geliyor.” N.Acun “Dünya Petrolü ve Türkiye”
Cumhurbaşkanı  Sordu, Mankievicz  Cevapladı.
Abdurrahman Durukal  anlatıyor; “Rafineriyi  gezmekte olan  ve  İ.R.Berent ‘ten bilgi alan  İsmet Paşa , Polonyalı uzmana sordu: “Burada ne yapıyorsunuz ? Bu soruya hazır olan Polonyalı rafineri uzmanı Mankievicz daha önceden hazırlık yaptığı üzere sağ cebinden içi ham petrol dolu bir şise çıkardı, bozuk türkçesiyle “Siz bana bunu  veriyorsunuz”  deyip sol cebinden  içi benzin dolu diğer şişeyi çıkarıp İnönü’ye “Biz  onu böyle yapıyoruz.” cevabını vererek, yaptığı işi en kısa yoldan anlattı.” 
“...Polonyalı mütehassıs Mankievicz kendi ayarında  yetişmekte olduğunu söylediği iki genç rafineri kimya mühendisi Oğuz Avdan ile Şemsi Ağar ile bu küçük rafineri tesisini 24 saat hiç durmadan çalıştırıyorlar. Polonyalı mütehassıs (bu) yokluk içinde ve barem karşılığında Raman’da hiç bir kimse bu şartlar altında çalışmaya gelmez diyor. Ve  genç Türk arkadaşların (Şemsi Ağar ve Oğuz Avdan) artık müstakilen muazzam rafineri tesislerini işletecek derecede yetişmiş olduklarını söylüyor.”N.Acun Dünya Pet.ve Türkiye
Hasan Göker  anlatıyor: “Türkiye’ deki ilk rafinerici  Polonyalı mühendis Mankiyeviç’ dir. Maymune Boğaz’ında kazanlı ufak bir rafineri vardı, basit işlemler yapıyordu. Bu rafineriyi sökmüşler  Batman’a getirmişler, küçük rafineriyi kurmuşlar. Ben Mankiyeviç’ Amerika’da çalıştığım şirkette tanıdım. Çok iyi bir adam, güzel de Türkçe’si vardı. Öğle yemeklerine beraber çıkardık. Bana hep Türkiye’yi , buradaki olayları ve insanları anlatırdı. İ.Ruhi Berent’i, Cevat Taşman’ı, Şemsi Ağar’ı  o kadar anlatmıştı ki; ben Batman’a geldiğimde herkesi çok iyi tanıyordum. Küçük rafineriye geldiğimde Hayrettin Bezmen ve  Turgut Öğmen ve  Sermet  Alpargun oradaydı. Alpargun  havaalanı inşaatında kontrol mühendisi, Şemsi Ağar rafineri müdürüydü.”
İşler Ters Gidiyor                        
Raman-1 den sonra, hemen 2 ve  3 numaralı sondajlara başlanmış ancak, beklenen sonuç alınamamıştır. Raman-3  kuyusu, Adana’dan getirilen Trauzl makinesiyle kombine olarak “kablo ve rotary” sistemleriyle çalışmıştır. Bu kuyu, petrol aramalarında rotary sistemini kullanan ilk kuyumuz olmuştur. 4 numaralı kuyu  güneyde kaldığı için delinmemiş, Raman-5  az petrollü olarak tamamlanmıştır.  Raman-6   sondajında ,motor arızaları üst üste gelmiş,  takım 2 kere şıkışmış, kurtarma işlemleri  çok  uzun sürmüş ve sonunda 1941 yılında  başlayan kuyu, 1943 yılında teknik nedenlerle terk edilmiştir. Bütün bu olumsuzluklar üst üste gelip Maymune’de şıkışılıp, yeni keşif olmayınca  Ankara’da ki umut ve sevinç rüzgarları ters dönmüş, ‘devletin  paraları toprağa gömülüyor’ şeklinde sesler  yükselmeye başlamıştır. Bir diğer dedikodu ise  ‘petrol bulunmuş, ancak devlet bunu saklıyor.Savaştan sonra  kullanacak’ şeklindedir. Teknik heyet güç durumdadır. Artık Maymune’nin terk edilerek, başka yerlere  yönelmenin zamanı gelmiştir.
Bu nedenle MTA Genel Direktörü Hadi Yener, 1944 yılının Mart ve Nisan aylarında Necdet Egeran, Dr. Blumental, Dr. Stepenski, Dr. Lahn ve Dr. Kleinserge‘den oluşan bir teknik ekibi, yeni oluşumlara açılmak üzere Ramandağına gönderir. Çalışmasını tamamlayan ekip  Nisan ortalarında raporunu verir. Hadi Yener başkanlığında  Cevat Eyüp Taşman, Necdet Egeran  ve yabancı uzmanlar  toplantı üzerine toplantı yaparlar. Teknik ekip  fikren ikiye ayrılmıştır. Toplantılar sonrası ortak bir fikir oluşmaz. Bunun üzerine uzmanlar tekrar Ramandağına giderler, araştırmalarını  yeniden  yaparlar.  Dönüşte Taşman ve Egeran  bir sonraki sondajın  Ramandağı antiklinali üzerinde yapılması konusunda ısrar ederler.
İhsan Ruhi Berent MTA Enstitüsü Genel Direktörü Oluyor
Bu arada Hadi Yener, MTA Genel Direktörlüğünden ayrılmış, yerine  İhsan Ruhi Berent atanmıştır. Son toplantı 2  Ağustos, 1944 de yeni Genel Direktör İ.Ruhi Berent başkanlığında yapılmıştır. Toplantıya katılan  Taşman, Ortynski, Egeran , Lahn  ve  Stepinski, ittifakla, Necdet Egeran tarafından ileri sürülen yeni bir tezi kabul ederek  Sirmen-1 kuyusunun açılmasını kabul ederler. Sirmen-1 kuyusu daha sonra Raman-8 adını alacaktır. Böylece Maymune terk edilmiş, Raman  antiklinali üzerine  çıkılmıştır.
İlk Keşif  ; Sirmen-1 (Raman-8),
Maymune Boğazının terk edilerek yukarıya Raman  antiklinali üzerine gidilmesine karar verilince, Raman-3’ü delen “Trauzl” makinası sökülerek Sirmen-1 lokasyonu üzerine taşınmıştır. Raman-8 de hem kablo hem de rotary sistemiyle (combination rig) sondaja Şubat-1945 ayında başlanmış ve  17 Ocak 1946 da  sona ermiştir.
Raman ; “ Tamam mı ?   Devam mı ?  “
Türkiye’de ekonomik anlamda ilk keşif,  Raman-8 de olmuştur. Yapılan ilk testlerde kuyu günde 7 ton üretim yapabilecek gibi görünmüş, daha sonra verim  günde 4 tona kadar düşmüştür. Bu düşüş, beraberinde hayal kırıklığı da getirmiştir. Bunun üzerine Necdet Egeran ve İ.Ruhi Berent, Raman-8’den  daha  doğuya  doğru  gidilmesini isterler. Ancak bu teklif kabul görmemektedir. Teklifi kabul etmeyenler Raman dağının ekonomik olmadığını ve  daha fazla masraf yapılmadan bir an önce terk edilmesini istemektedirler. Uzun tartışmalar olmaktadır. 
Teoman Erel, Milliyet Gazetesindeki, Teleks –‘Petrol  Horonu’ adlı makalesinde,   İ.R.Berent’in  bir  anısına yer veriyor ve diyor ki;  “ABD’de öğrenim gören, İngilizce ve Fransızca bilen Berent, dağlarda  dolaşmaktan hazzetmeyen sözde bilim adamlarına (nazirede  bulunuyordu). Bunlardan biri ilk aramalar sırasında Hasankeyf’ten “ bir balina gibi görünen” Raman Dağına bakmış, bakmış; “ Burada petrol çıkarsa ,ben diplomamı yerim. “ demiş. “Petrol çıktığında diplomasını yemedi ama “ dedi  İhsan Ruhi “sonra üniversitede profesör oldu.”
İhsan Ruhi Berent  Yumruğunu Masaya Vuruyor
Abdurrahman Durukal anlatıyor: “Raman-8 in ticari değeri yok, terk edelim diye bir ekol çıktı. C. Eyüp Taşman ekibi  terk etmek isterke. İhsan R. Berent, Necdet Egeran  ve diğerleri de kalalım ve yeni bir kuyu (Raman-9) daha açalım diye ısrar ediyorlardı. Daha önce kuyular biribirine yakın açılırdı. Bu sefer Egeran  alışılmışın dışında radikal bir kararla  bir sonraki kuyunun  yani Raman-9 ‘un , Raman-8’in 1.5  km  doğu tarafında  açılması gerektiğini savunuyordu.  Bu farklı bir konseptti. Raman Dağında Necdet Egeran’ın ’ın büyük rolü vardır. Kendisi, o zamanın teknolojisiyle haritalar çizmiş, çok çalışmalar yapmıştır. Sismik falan yok o zamanlar. Raman yapısının doğuya doğru zenginleştiği ve genişlediği yönünde bir rapor  hazırlamış ve  raporunu Ankara’ya sunmuştu.
Ankara’dan telefon  edip  konuyu yerinde bir kere daha tartışacağız  dediler ve  Raman’a geldiler. Bizim de içinde bulunduğumuz  bir toplantı yapıldı. Toplantıda  Necdet Egeran,  yaptığı çalışmaları ve haritalar üzerinde  neden  Raman-9’a  gidilmesi gerektiğini anlattı. Toplantıda  muhalif  taraftan  biri  “ Siz bu haritalara bakmayın. Bunların pek aslı-astarı yok ,”  gibi bir laf  etti.  Masada bir sessizlik oldu. Necdet Egeran,  çok soğukkanlı ve müthiş politikacıdır. Sakin bir şekilde ayağa kalktı, haritalarını topladı ve  şöyle söyledi ; “ Efendim, beyefendinin de söylediği gibi  bu haritalar gerçekten  güvenilir değil. “ dedikten  sonra  o kişiye dönerek “ Siz, yaptığınız haritayı çıkarın da  beyefendiye o haritalar üzerinde izahat verelim.”  dedi.  O kişi çok kötü oldu, çünkü ortada kendisine ait bir harita yoktu. Bu laf  o zamanlar petrol camiasında çok meşhur olmuştur. Uzun tartışmalardan sonra, hiç unutmam , İ.Ruhi Berent yumruğunu masaya vurdu ve “ Ramandağı’nda bir kuyu daha açılacak.” dedi. Bu, 9 numaranın kararıydı. Bunun üzerine 9 numaraya gittik
Raman-9 İçin  Son Toplantı ve Oylama
Raman’da  yapılan hararetli ve uzun tartışmalar Ankara’ya da taşınmıştır. Artık Raman-9 için  karar saati gelmiştir. Genel Müdür İhsan Ruhi Berent başkanlığında müdürler encümen toplantısı yapılır. 5 saat süren  tartışmalar ve oylamalar sonunda oylar hep eşit çıkmakta bir türlü ekseriyet kazanılamamaktadır. Sonunda  MTA Umum Muhasebe Müdürü  Nevzat Usberk ,     saatler süren tartışmalardan edindiği bilgiler  ve muhasebece  de tutulan hassas ve dakik hesapları tekrar gözden geçirir. Usberk’e göre Raman’da günde 1 ton petrol üreten bir kuyu  zarar ettirmeyecek ve ekonomik olacaktır. Bu karara varan Usberk, Berent ve Egeran ikilisinin yanında yer alır. Genel Müdür Berent’in başkan olarak 2 oyu vardır. Böylece oylama  dörde- üç lehte çıkar.  Teklif  kabul edilmiştir. Artık daha doğuya gidilecek  ve  Raman-9  delinecektir. Daha sonra Raman-9 daki keşif ve üretim miktarı  ‘Raman’ın bundan böyle bir petrol sahası olduğunu’ ispatlamış olacak ve bu haber tüm ülkeyi sevince boğacaktır.
Ankara’da Neler Oluyor  ?
Ulus Gazetesi yazarı  Niyazi Acun o günleri şöyle değerlendiriyor; “Devlet müesselerimizden en çok tenkitlere uğramış ve dedikodulara maruz kalmış bulunanlardan biri de hiç şüphesiz ki MTA dır. Kuruluşundan bu yana başında bulunanlara ve petrol sondjlarında çalışanlara gayesi pek anlaşılmayan iftiralar atılmıştır. Mesela; petrol bulunmuş ta, yabancılar kendi  petrollerini satmak için Raman dağında aranmakta olan petrolün çıkartılmasına para harcayarak mani olmuşlar.....Cavit Ekin’in ve Cemil Sait Barlas’ın Raman’a gidip Türk petrolünü mahallinde görmeleri, dedikodulara kesin bir cevap olmuştur. Ona rağmen petrol dedikodus, TBMM’ne bir çok defalar aksetmiştir. Güya Raman’da petrol yokmuş.”
Abdurrahman Durukal anlatıyor: “İşin Ankara cephesine bakarsak, Cevat Taşman başta olmak üzere, İhsan Ruhi Berent’e karşı  bir muhalefet başlamıştı. Cavat Taşman, “Bu Raman’ı bırakalım  burada petrol yoktur,” diyordu. Ankara’da ise ‘Paralar sokağa atılıyor, boşa harcanıyor.’  kampanyaları çoğalıyordu İhsan Ruhi Berent ise, İnönü den aldığı cesaretle  çalışmalarına devam ediyordu. İ. Ruhi Berent’in babası Ruhi Paşa,  Osmanlı zamanında tanınmış bir doktormuş ve İnönü ile  arkadaşlığı varmış. Necdet Egeran,  İ.R.Berent’in  yanında, C.E.Taşman ise  karşısındaydı.”

DRILL EXPLORATION  COMPANY  (DRILLEXCO) TÜRKİYE’DE
* İhsan Ruhi Berent  Başbakan İnönü’yü  yeni kule alınması ve yabancı uzmanların Türkiye’ye  gelmesi konusunda ikna etti.
* Başbakan İnönü, fakir bütçeye rağmen İhsan Ruhi’nin taleplerini kabul etti.
* Drillexco’nun gelişi  Türkiye’deki petrol gelişimini hızlandırmıştır.
Bütün bunlar olurken,  İhsan Ruhi Berent ve arkadaşları  ellerinde bulunan sondaj makinalarının çağ dışı kaldığını bilmektedirler. Kuleler hantal, taşınması zor ve motorları yıpranmış durumdadır. Yeni kulelere ihtiyaç vardır. Bu amaçla İ.R.Berent,  1947 yılında ABD’ne gider. Orada Drillexco firmasıyla görüşür ve anlaşma sağlar. Bu anlaşmaya göre, Drillexco müteahhit olarak kendi ekibiyle Raman’da  kuyular  açacak ve metre başına ücret alacaktır. Drillexco, 1948 yılının  başlarında Türkiye’ye gelir ve hemen Raman-9 da  MTA ‘nın Cardwell kulesinde  kendi ekibiyle  işbaşı yapar.
Drillexco’nun Gelmesi Petrol Konusunda Gelişimi Hızlandırmıştır. 
Abdurrahman Durukal anlatıyor ;
“Türkiye 1940’larda çok fakirdi. Savaşa girmemiş olmasına rağme, ekmek
dahil birçok hayati şey karneye bağlıydı. Drillexco şirketinin Türkiye’ye getirilmesi,  petrol alanında  çok büyük ve önemli  bir olaydır. İhsan Ruhi bey atak ve müthiş hevesli bir insandı. İ.R.Berent, Başbakan İsmet İnönü’yü  ikna ederek, Raman Dağı’nda daha konsantre bir arama ve sondaj yapmak için yetki alıyor. Bunu  mevcut  Türk ekibi ve  eski teknoloji  sondaj makinaları  ile yapamıyacağını ve ellerindeki mevcut malzemenin yeterli olmadığını Başbakana  anlatıyor. Devletin parası olmadığı halde  Başbakan İnönü, İhsan Ruhi’ye inanıyor ve   1948 yılında Drillexco getiriliyor. Bunda o zamanki ‘tek partili’ sistemin faydası olmuştur. Eğer, konu demokratik anlayış içinde Meclis’e  taşınsaydı belki bu teklif kabul edilmeyebilirdi. O zaman da o günkü gibi keşifler olmazdı. Drillexco’nun gelmesi petrol konusunda gelişimi hızlandırmıştır. En büyük olay budur.
Drillexco ile sondaj müteahhitlik hizmeti ve  2 tane yeni sondaj makinesi almak üzere  anlaşma yapılıyor. IDECO- 600 ve IDECO- 1050 diye iki sondaj makinesi getiriliyor.  1050,  zamanına göre çok iyi bir makineydi.”.
Cardwell  makinası Raman-9 numaraya gider. Müteahhit Drillexco firması kendi ekibiyle kuleyi devralır ve 31 Ekim 1947 günü sondaja başlar. Kuyu 1338 m.ye ulaştığında petrol kesmeye  başlar. Alınan karot ve yapılan swablar  kuyunun  oldukça verimli bir kuyu olacağını gösterir. Daha sonra yapılan asitleme çalışmaları  sonucu   gelen petrol miktarı, artık Raman’ın  bir petrol sahası olarak
kabul edilebileceğinin bir göstergesidir. Sevinçli haber Ankara’da  hemen duyulur.
Bu sevinçli haber, o günkü gazete manşetlerine nasıl yansımış  bir bakalım ;
3 Mart  1948 Çarşamba günkü ULUS Gazetesi manşetten “Son Petrol Sondajları Müspet Sonuçlar Verdi” başlığı altında şunları yazıyor; “ Terkedilmek üzere bulunulduğu bir sırada Türk uzmanları tarafından tatbik edilen ilmi bir faraziye ile yeniden bir araştırmaya tabi tutulan Garzan, Beşiri ve Raman bölgelerindeki petrol aramalarından bu defa sevindirici bir netice  daha alınmıştır.
Resmi makamlar bunda önce de günde 5 ton  veren S-1 ( Sirmen-1 veya diğer adıyla Raman-8) kuyusunun hemen yakınında yeni açılan  9 nolu kuyuda ve 1280 metrede bulunan petrol hakkında henüz bir şey söylememekle beraber sızan haberlere göre yeni kuyunun ‘şimdiye kadar açılan ve petrol veren kuyulardan çok daha verimli ve bunların fevkinde olduğuna’  bilhassa işaret edilmektedir.
Bazı söylentilere göre, 9 nolu kuyunun verimi hiç de küçümsenmiyecek bir ekonomik değer taşımaktadır.
Hatırlarda olduğu üzere bu bölgede yapılacak ve diğer bölgelere de teşmil edilecek olan araştırmalar son zamanlarda daha çok ehemmiyet kazanmış ve bir Amerikan sondaj firmasiyle de anlaşma yapılmış ve ayrıca da  Amerika’ya  yeni makinalar sipariş edilmiştir.
Amerikan sondörleriyle birlikte açılmasına girilmiş olan ve Ramandağında bulunan 9 nolu kuyu bir başlangıç telakki edilmekte ve bu sahada daha birçok kuyuların açılmasına vakit kaybetmeksizin geçileceği ısrarla söylenmektedir.
Hiç şüphe yok ki, petrolün bulunması, memleketimiz için büyük bir kazanç olacaktır.”

CUMHURBAŞKANI İNÖNÜ  RAMAN’ A  GELİYOR
“ 1948 yılı Şubat ayı içinde bir yurt gezisine çıkmış bulunan Cumhurbaşkanı  İsmet İnönü, Diyarbakır’a gelmiş bulunuyorlardı. İ.R.Berent, İnönü’ye petrol müjdesi vermek ve Raman’a davet etmek için Diyarbakır’a gitmiştir. Vakit gecedir. Diyarbakırlılar büyük misafirleri  şerefine bir balo tertip etmişlerdir. Sevinçten kabına sığamıyan İ.R.Berent tuvaletli bayanların, fraklı ve smokinli erkeklerin bulunduğu bu baloya gidiyor. Cumhurbaşkanı Başyaveri Yarbay Cevdet Tolga’yı görüyor ve beraber doğruca salona giriyorlar.Cumhurbaşkanının yanına giden uzun boylu, yeşil çağla rengi kıyafetli, dinç sportmen bu adam bütün balodakilerin  dikkatini çekiyor.
Ertesi günü Devlet Başkanı  İsmet İnönü, kendisini kucaklayan bu mesut neticeyi yerinde görmek üzere,bereberlerinde eşi Mevhibe İnönü, kerimeleri, genç devlet adamlarımızdan Prof.Nihat Erim, Diyarbakır milletvekilleri ve valisi, Kor.Gen.Yümnü Üresin, Başyaveri Cevdet Tolga ve gazetecilerle Raman’a gidiyor. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ‘ Raman Petrol Kartallarının’ başarılarını ve Türk petrolünü gördükten sonra, İ.Ruhi Berent’i sevinçle öperek onları bu suretle  taltif ediyor.” (Niyazi Acun’un kitabından.)
Bu gezi esnasında ,  Raman-9 kuyusunun başına gidilir. Ziyaretciler kuyubaşında toplanmış petrol akışını  göreceklerdir. Vana açılır. Basınçla gelen  petrol hızla kovaya boşalırken bir kaç damla petrol damlası , olayı yakından görmek isteyen ,
Mevhibe İnönü’nün beyaz  kürküne bulaşır. Herkes olayın şaşkınlığını yaşar ve ne yapacaklarını bilemezken  Cumhubaşkanı  : “Hanım,  uğurdur, uğur. Bir şey olmaz. “ der
 Raman-9 kuyusuna, o günün  anısına ‘İnönü Kuyusu’ adı verilir. Cumhurbaşkanı gördüklerinden ve kendisine  anlatılanlardan çok mutlu   olarak  Ankara’ya döner.
CUMHURBAŞKANININ  RAMAN İLE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ
8 Mart 1948 günü Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, beraberinde İ.Ruhi Berent de
bulunduğu halde Ankara’ya döner. Gazetecilere şunları söyler : “ Güney ve Güneydoğu bölgeleri şu an bayram havası içindeler. Herkes petrolden bahsediyor. Ramandağına gittim. Petrolün çıktığı yerde üstümüz başımız çamur içinde kaldı. Fakat, bu güzel  bir çamurdu... Memleketin kalkınmasında büyük rol oynayacak bir çamur...Yurdumuzun kalkınmasını sağlayacak bir çamur... Evet, toprak içinden bir çamur fışkırıyor ve bu petroldür. Dedim ya halk sevinç içinde. Sanki bir nehir var ve bu nehirden altın akıyor.
Mühim olan nokta şudur : Türk, Amerikan  bütün mütehassıslarla görüştüm ve kısaca sordum: Petrol varmı dır ve bu o mudur ? Cevap verdiler : Petrol vardır ve bu O ‘dur. Bir Romanyalı mütehassısa da aynı suali sordum. Kendi şivesiyle şöyle dedi : “ Güzel petrol bulundu, size büyük piyango çıkmıştır.”
Arkadaşlar, yetkili mütehassısların söylediklerine göre, bu petrol memleketimizin ihtiyacını karşılayacaktır. Fakat ben bir noktaya işaret ettim. Dedim ki; “ Bu petrol elimizde olunca ihtiyacımız da 5 misline çıkacaktır.” Bana dediler ki, bu petro , memleket ihtiyacı 5 misline de çıksa, gene ihtiyacı karşılar.. .Gezdiğim bölgeler bu petrol sevinci içindedir... Hepinize müjdelerim, yurdumuzda petrol bulunmuştur.”
İHSAN RUHİ BERENT’İN BASIN AÇIKLAMASI
MTA Genel Direktörü İhsan Ruhi Berent’in yapmış olduğu basın açıklaması  9 Mart 1948 Çarşamba günü  Ankara ve  İstanbul gazetelerinde  yer bulur: Berent şunları söylemiştir : “....1938 yılında Ramandağı strüktürü jeologlar tarafından tespit edildikten sonra burada sondajlara başlanması takarrür etmiştir (kararlaştırılmıştır). 1 numaralı sondaj petrol vermiş, fakat bir müddet sonra petrol veriminin düşmesi üzerine bu kuyudan iktisadi kıymette petrol alınamayacağı anlaşılarak  sıra ile 2, 3 numaralı sondajlar yapılmış ve fakat bunlar da  tamamamiyle kuru çıkmıştır. Nihayet 5 numaralı sondaj yapılmış ve bunda bir miktar  petrol elde edilmişse de, bunun da  iktisadi  kıymette olmadığı anlaşıldığından, Maymune Boğazı içindeki sahadan çıkılarak, boğazın kuzeyindeki sırtlarda  6 numaralı sondaj yapılmış; bundan da müspet netice alınamadığından Ramandağı mıntıkasının terki dahi düşünülmüştür. 1944 yılında; uzun tartışmalardan sonra bu sahaya tekrar dönülmesi kararlaştırılmış ve ısrar üzerine 8 numaralı (Sirmen-1) kuyu açılmaya başlanmıştır.
8 numaralı kuyuda 1300 metrede petrole raslanmış, 1360 metreye kadar inilmiştir. Yapılan tecrübelerde bu kuyunun yevmiye verimi 5 ton olarak hesap edilmiş  ve kuyu müteakip sondajların kuvve-i muharikesi ( hareket ettirici kuvvet) için lüzumlu benzin ve mazot istishal edebilmek için 1947 yılında işletilmiştir. Bundan sonra Ramandağı’nda bir sondaj daha yapılması lüzumlu görülmüş ve şimdi petrole rastlanan 9 numaralı kuyunun açılması kararlaştırılmıştır.
...Bu sahanın petrol taşıdığı katî olduğuna göre, artık bu mıntıka bir arama safhasından bir işletme safhasına intikal edecektir. Bunun için lüzumlu olan işleri şöyle sıralamak mümkündür:
1- Ramandağ’da bugünkü gibi bir-iki makine ile değil, fakat müteaddit (bir çok) makinelerle ve kısa zamanda çok sondaj yapılmalıdır.
2- Ramandağını bir yolla Batman istasyonuna bağlamalıyız.
3- Çıkacak petrolü Batman’a nakletmek için tesis düşünülmelidir.
4- Buradaki ham petrolü tasfiye edecek rafineri tesisatını kurmalı,
5- Bir işletme veçhesi ( yüzü ) arzeden bu sahada sınai ve içtimai tesisleri kurmalı.
Hiç şüphe yok ki bunların hepsi zamana, paraya ve emeğe ihtiyaç hissetiren işlerdir.
....Şunu söyliyebilirim ki, Ramandağında bugün çıkmakta olan petrol, yevmiye 50 tondur. Müteaddid kuyular, istihsali şüphesiz  fazlalaştıracaktır. Bu petrolü tasfiye etmek için elimizde bugün bir rafineri tesisatı yoktur.
Halen mevcut 10 tonluk tesisat ( Maymune ) ancak tecrübeler yapılmak için kurulmuştur. Çıkarılmakta olan petrolleri ve daha da çıkacağından emin olduğumuz diğer petrolleri tasfiye etmek için bir taraftan  dışarıdan  bir rafineri tesisatı teminine çalışmakla beraber, diğer taraftan da 100-200 ton kapasitesinde bir rafineri tesisatının memleket dahilinde yapılmasını düşünmekteyiz.
Netice olarak şunu ilave edeyim ki; Raman petrolünün bulunması, memle-ketimiz  iktisadiyatına yeni bir veçhe verecektir. Bir başlangıç olan Raman’ı
Diğer sahaların da takip edeceğine imanımız  artmıştır. Yeni açılacak petrol
devri , halkımıza hayırlı olsun.”
Cumhurbaşkanı  Petrol Aramalarını Yakından Takip Ediyor
Cumhurbaşkanı  İsmet İnönü, özel önem verdiği  Ramandağı’ndaki  petrol aramalarını  yakından takip ediyordu. Raman-8   ve arkasından Raman-9 daki keşifler üzere  Ramandağına gelmiş,  orada çalışanların teker teker ellerini sıkmış ve onurlandırmıştı. Raman-8 ve 9  daki  üretimin gittikçe düşmesi Cumhurbaşkanını hem endişelendirmiş hem de kızdırmıştı. Kendisine günlük toplam  üretimin 50 ton olacağı söylenmişti. Halbuki  kısa bir süre sonra üretim 35 tona düşmüştü. İnönü  “ Bana 50 ton dediniz. Ben de  kamuoyuna böyle söyledim. Ben anlamam .Ne yaparsanız  yapın  üretim’i  50 tondan aşagı  düşürmeyin..” şeklinde talimat vermiş  ve  Ramandağın’dan gelen raporların vakit kaybettirilmeden kendisine  ulaştırılmasını  istemişti.
Günlük üretim miktarını  bildiren  raporlar her gün  düzenli  olarak Beşiri’den   telgrafla Ankara’ya,  MTA Petrol Şubesine bildirilirdi. Rapor  oradan, MTA Genel Direktörüne,  Genel Direktör de İktisat Vekiline verir, İktisat Vekili de hemen Çankaya’ya çıkar, raporu Cumhurbaşkanının önüne koyardı. Cumhurbaşkanı, yakından takip ettiği, çok pahalı olan petrol aramacılığını desteklediğini açıkça belli ederdi. İhsan Ruhi Berent’e çok güvendiği için, dar bütçeye rağmen, Amerika’dan  yeni kuleler getirtilmesine onay vermişti.
Raman-9 daki petrol buluntusu , Ramandağının artık bir petrol sahası olduğunu ispatlar gibidir. Bu haber ülke kamuoyunda büyük bir sevinç ve yankı uyandırır.  Gazeteci – yazar   Şevket Rado bir makalesinde  şöyle yazar :
“Petrol Bulundu”
Memleketimizin bir köşesinde petrol bulunduğu haber veriliyor. Bu seferki sahiye benzediği için yürekten seviniyoruz. İşte Devlete yepyeni bir gelir kaynağı. Öyle bir gelir kaynağı ki vergi affını ortaya çıkarmıyacağı için kimsenin suratı ekşimiyor. Açılan kuyu günde elli ton petrol veriyormuş daha fazla vermesi de muhtemel.
Gönlümüz hayal kurmaya pek istidatlı olduğu için şatoları biribiri arkasına dikebiliriz: Artık benzin, gaz istediğimiz kadar. İlk iş olarak bütün yurttaşların  yaka silktiği gaz fişini dönmeze göndeririz. Kazalara, nahiyelere, köylere elektrik ışığı yollayıncaya kadar, sudan ucuz olan milli gazımızı teneke teneke, varil varil yurdun dört köşesine dağıtırız. Vatandaşlar 3 numara, beş numara gaz lambalarını 12 numaralık koca lambalarla değiştirerek yuvalarını aydınlatır, biribirlerini daha iyi görür. Ablalar, anneler, büyük anneler el işlerini geceleyin de yapabilirler.
Memleket içindeki otomobiller, kamyonlar, otobüsler yerli benzinle işliyeceğinden taksi fiatleri düşer; otobüsler ucuzlar; traktörler çift sürmeyi bedavaya indirir; kamyonla nakliyat pek ehven olacağı için yurdun dört köşesine insanlar ve mallar vızır vızır gider gelirler. Ne zamandır hasretini çektiğimiz motörlü medeniyete ucuz tarafından kavuşur, cıgaralarımızı çakmaklarımızla yakıp ziftlenmiş yollarımızda kuş gibi uçarız.
Petrol uğrunda dışarı paramız kaçmıyacağı için dolar sıkıntımız kendiliğinnden hafifler. İçerden, dışardan kazanacağı petrol paraları hazineyi taşıracağından Devlet babamız vergileri biraz indirir, kendi mamüllerinin fiatlerini düşürür, yaşamak kolaylaşır, gerine gerine rahat nefes alırız.
Güzel değil mi? Çok güzel ama korkuyorum: Ya bir büyük iktisatçı ortaya atılır da, gümrük resmini arttırıp milli gaz ve benzin fiatlerini ateş pahasına çıkarırsa yahut bir yaman işletmeci kağıtta bugünkü gibi yerli petrolü yabancı petroldan daha pahalıya mal ederse... Hayırdır inşallah!.. Tahtaya vurmadan bu bahisleri konuşmıyalım . Şevket Rado”
RAMAN ‘IN  MİMARLARI: İHSAN RUHİ BERENT 
“ İ.R.Berent gayet demokrat ruhta enerjik bir genç. O, umum müdürlük davasında değil, tamamen memlekete hizmet yolunda tam ecdada layık bir iş adamı. Her işi meslek erbabına bırakmış ve onların branşında muvaffak olmaları için arkadaşlarına icabında hocalık, icabında genel müdürlük ve icabında ağabeylik, arkadaşlık, ve dostluk ederek, Raman daki herkesin hayranlığını çekecek derecede idare ve teknik bilgiye malik bir vazife ve devlet adamıdır.....
İ.R.Berent’in, senenin yarısını, neden Raman da geçirmiş olduğunu şimdi anlıyorum. Onu Raman’ da görenler, bizim anladığımız ve bildiğimiz manada bir genel müdür veya mühendis diyemezler ona. O amele ile amele, usta ile usta, mühendis ile mühendis, şoför ile şoför olarak çalışıyor....”  N.Acun kitabından
2. Dünya Savaşı  bitmiş, savaşa giren ülkeler kendilerini toprarlamaya çalışmak-tadırlar. O günlerde Marshall yardımı,  Avrupa ve dünya gündemindedir. ABD,  bir çok ülkeye,  Marshall yardımı yapmaktadır. Ziraattan, endüstriye bir çok konuda verilen bu  Marshall yardımı  Türkiye’ye de yapılacaktır.
28 Aralık 1948 tarihinde,  Marshall  Yardım Heyeti , Avrupa temsilcisi Büyükelçi Avrell Harriman, Ankara’da bir toplantı yapar. Bu toplantıya, İ.Ruhi Berent  de katılmıştır. Konuşma sırası gelen İhsan R.Berent, Raman Dağı, Raman petrolü  ve bu petrolün hem ülke içine, hem de uluslararası piyasaya  sürülebilmesi için nelere ihtiyaç duyulduğu  hakkında detaylı bilgi verir.
Anadolu Ajansı, Marshall Yardımı ile ilgili  olarak  Londra’da, Türk Hükümetinin de  düşüncesini yansıtan, bir haber yayınlar. Bu haberde aynen şöyle denilmektedir :   “ Türk Hükümeti , yabancı petrol şirketlerinden sermaye istemekle zuhur edecek meseleleri bertaraf etmek ve bu arada hiç değilse Ramandaği tesisatını gereği gibi kurup verimli bir teşebbüs haline gelinceye kadar , yabancı şirketlerin  idareyi ele almak istemeleri  ihtimalini önlemek düşüncesiyle , Marshall Yardım Planına tevessül etmektedir. Avrupa Kalkınma Proğramı’nın ikinci yılına ait Marshall Planı gereğince, Türkiye , Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’na, Ramandağı sahasını geliştirmek için 15 milyon dolarlık bir ihtiyaç göstermiştir.
Türkiye’nin GD Bölgesindeki Ramandağı petrol sahasında şimdiye kadar haritası yapılan petrol yatakları 30 milyon ton (olarak) tahmin olunmuştur.
Socony Vacum (Mobil) şirketi, Türk hükümetine bir jeofizik etüd vermiş olup, büyük ölçüde bir tasfiyehane ( rafineri ) ve Akdeniz’e kadar takriben 650 km.lik bir petrol borusu( hattı ) inşaası suretiyle Ramandağı petrolünün verimli surette işletilmesi için 300 milyon dolarlık bir sermaye yatırılması gerektiğini tahmin etmiştir.”
*Raman’ın Mimarı
 “Bana bu toplantıda çok güzel bir titr yakıştırıldı; ‘8 numaralı kuyu mühendisi’ diye.  Bu  çok hoşuma gitti, fevkalade mütehassıs oldum. Çok teşekkür ederim.  Ancak ben sadece 8 numarada çalışmış değilim.  Sekiz numaralı kuyunun yerini ben tayin ettim.  Kendi elimle kazmayı vurarak çakmışımdır.  Ama onun yanında 9 numara da benim tarafımdan verilmiştir, ondan sonraki birkaç kuyu da öyledir.  Onun içindir ki; bana bir titr uydurulmak istenirse; ‘Raman Sahasının Mimarı’ denirse, çok iftiharla onu kabullenirim.” Necdet Egeran, 1995 TPAO Paneli Konuşması

Raman Kampı Kuruluyor
 “ O zamanlar sondaj süresi uzun olduğu için, kule etrafında Amerikalı sondörlerin, ve mühendislerin yaşadığı evler olurdu. Bu evler, Makine Kimya evleriydi. Portatif ve ucuz evlerdi. Raman’da görülen diğer taş binalar, yemekhane, ambar vs.,  9 numarada petrol çıktıktan sonra yapıldı. Bir gün, İsmet Paşa, Raman’a gelecekti. Onun için Genel Direktör İ.R.Berent de   Raman’a geldi, beraber Batman istasyonuna gittik. İstasyon şefinin odasında maniple başında, paşa ve yanındaki devlet erkanını bekliyoruz. İ.R.Berent ile ben oturduk, petrol çıktığına göre yapılacakları konuşuyoruz; ‘yemekhane şöyle olsun, atölyeler böyle olsun’ diye. Bunları kabataslak çiziyoruz.
Nihayet İsmet Paşayı taşıyan trenin Batman’a yaklaştığı, manipleden gelince, İhsan  bey, 7-8 sayfalık kabataslak çizimleri uzatıp: ‘Al sakla bunları, lazım olacak.’ dedi. Aldım sakladım. Gerçekten de, günün birinde İhsan beyden bana bir telgraf geldi. ‘Hani seninle Batman istasyonunda yaptığımız çizimler var ya,onları oraya gelecek olan İrfan Toperi’ye ver.’ diye. Hemen çekmeceleri karıştırdım, taslakları görünce  bir  ‘oh’  çektim, ‘iyi ki atmamışım’ dedim ve  taslakları İrfan Toperi’ye verdim.”      Abdurrahman Durukal
“Günden güne önem kazanan sondaj işleri dolayısıyle, bir taraftan da artan iskan sıkıntısını önlemek üzere, artık yetersiz bir hale gelen Maymune’deki Merkez Kampı’nın taşınarak; 8 numaralı sondaj kuyusu civarında kurulmasına karar verilmiştir. 1948 senesi Haziran’ında kurulacak esas kampın  sosyal tesislerinden  en başta gelen 5’er daireli 4 lojman binasıyla, bir yemekhane ve bir de fırın ve çamaşırhane binası olmak üzere 6 bina inşa edilmiştir. Bu arada, kamp işcileri için biri iki katlı, diğeri de  tek  katlı olmak üzere iki yatakhane binası, bir de mutfak ve yemekhane binası inşa edilerek; 1948-49 kış mevsiminden önce işçilerin hizmetine açılmıştır. Yukarıda sözü edilen bütün yeni ve eski binalarda muntazam elektrik tesisatı, sıhhi tesisat, akar temiz su, banyo ve duş tertibatı ve pis sular için muntazam bir kanalizasyon tesisatı vardır. İklim icabı hasıl olan yüksek ısı farklarına karşı binalarda gerekli yalıtım  tertibatı alınmıştır. Sondaj kuyuları civarındaki kampta petrolle ısıtılan bir sıcak su kazanı vasıtasiyla lojmanlara, mutfak ve çamaşırhane gibi binalara daimi akar sıcak su temin edilmiştir...”     MTA  15 Yıllık Faaliyet Raporu
“Lojmanların bir kısmı tek kat üzerine yapılmıştır. Tek katlı binalar, önlerinde geniş balkon ve geniş pencereleriyle etrafa medeniyet manzarası arz ediyorlar. Diğer iki katlı binaların çatıları örtülmüş, pencerelerin  takılması hazırlıklarına başlanmış. Evlerin içinde bol su ve bol   elektrik  Ramanlıların medeni hayatına  hizmet vermektedir.
Ramanın yeni sitesini kuran genç ve enerjik yüksek inşaat mühendisi Kazım Karacadağ ile  meslektaşı İrfan Toperi, Türk petrolü uğrunda yılmadan çalışan idealist memleket çocuklarıdır.  Bu lojmanların yanısıra elektrik santralı binası, malzeme ve makina depoları ile garajlar da inşaa etmişlerdir. Karacadağ ve Toperi  okul, hastahane ve sinema salonlarının planlarını da hazırlamakla meşgul olduklarını söylediler. Maliyet hesaplarını kontrol ettiğimde, bütün malzeme uzaktan gelmesine rağmen, beton binaların m2’si 70-80 liraya mal olmuştur. Bu rakam, şehirlerde 120-180 liradır.” N.Acun Dünya Petrolü ve Türkiye Petrolü
Raman  Kampında   bulunan  kadro  şöyledir : Şekip Engineri ( MTA Katibi Umumisi), Necdet Egeran (Dr.Yük.Müh.Jeolog), Mithat Akyürek (İdari Amir, Kamp Şefi), Muammer Erzan (İdari Kısım Md.), Mazlum  Öğet ( MTA Teknik Grp. Müşaviri), Turgut Uluğ (Petrol Baş Müh.), Hulusi Berilgen (Yük.Pet.ve Çamur Müh.) Ali Dramalı (Yük.Pet.Müh.Kamp Teknik Şefi), Abdurrahman Durukal (Yük.Pet.Müh.İstihsal Şefi), Şemsi  Ağar (Yük.Kim.Müh.Rafineri Kimyageri), Rauf İren (Yük.Mak.Müh.Atölye ve Nakil Vasıtaları), Kazım Karacadağ (Yük.İnş.Müh.), Ahmet Çayçı (Yük.Müh.) Oğuz Avdan (Yük.Kim.Müh.Rafineri), İrfan Toperi(Yük.İnş.Müh.), Sadettin Kurul (Maliyet Muhasibi), Cemal Sedem (Muhasebeci), Nuri Cankaya (Anbar Memuru), Selahattin Arıkan (Revizör), Rıza(Baba) (Yol Ekip Şefi), Hilmi Sagoçi (Jeofizik ve Topoğrafya Şefi), Muhittin Eren (Sondör), Yusuf Öney (Sondör), Esat Atuğ (Sondör), Zekeriya Kanter ( Sondör), Mankievicz (Rafineri Uzmanı, Polonyalı), MR. Woody (Baş Sondör-ABD.Drillexco),  Mr. Durard (Baş Sondör-ABD,Drillexco), Mr.Lunblad (Sondör-Drillexco), Mr.Quick (Mak.Müh. ABD,Drillexco), Mr.Willis (Sondör-Drillexco)  ve Mr. Mayes (Gruse-Drillexco)”
Rıfat Bayazıt anlatıyor : “ 1952 yılında Batman’a ilk geldiğimde Batman olarak  istasyonda sadece bir büfe var, dükkan yok. Abdurrahman Durukal  askerdeydi, onun için beni  Batman İstasyonunda Rafineri Müdürü Şemsi Ağar karşıladı, “Sizi Raman’a götüreceğim” dedi. Raman’a ilk gittiğimde düşündüğümden daha medeni bir ortam var, evler tahminimden daha iyi. Tek oda lojman şeklinde yapılmış. Taş duvarlarla örülmüş. Tek oda, banyosu var. Böyle böyle beş ünite bulunuyordu.
İki arkadaşımız, Abdurrahman Durukal ve Selahattin Özkan askerde oldukları için, petrol mühendisi açığı varmış, Ankara’dan, geçici olarak Kasım Önder Raman’a gönderilmişti. Ancak, Kasım beyin Raman’da durmaya hiç niyeti yoktu,  nitekim kimseyi dinlemeden Ankara’ya geri döndü. Ben tek başıma kalmıştım. 3-4 ay sonra da Durukal ve Özkan askerliklerini bitirerek, Raman’a geri döndüler
*Amerikalı Gelin Anna Maria Malkoç Raman’ı anlatıyor.(1953)
 “ İstasyondan Raman’a giden yol yirmi küsur kilometreydi ve çok kasisliydi. Arabanın içinde durmadan sarsılıyorduk. Ağaç olmayan çıplak ve virajlı bir yol, ilk gidişimden olacak, bana hiç bitmeyecekmiş gibi göründü. Sonunda, havayı dolduran petrol kokusuyla beraber karşımıza bir petrol kuyusu çıktı. Nihayet kampa gelmiştik. Selahattin  eliyle bir yeri işaret ederek, ‘ İşte bizim lojmanımız bu.’ dedi. Selahattin’in işaret ettiği  yer, karşımızdaki gri taşlardan yapılmış tek kattan oluşan  birkaç binanın ilkiydi. Binaların ön tarafında, boydan boya uzanan bir veranda vardı. Selahattin’in anlattığına göre biz idareci ve mühendisler ile aynı binayı paylaşacaktık. Her binada  5 daire vardı ve biz bunlardan birinde kalacaktık.  Bizim binaya bitişik ilk binada teknik elemanlar, onun yanındaki diğer iki binada ise diğer çalışanlar kalıyordu. Bu insanların tümü buradaki her türlü petrol işinde çalışan insanlardı.
Bize tahsis edilen yer;  büyük bir hol, bir oda ve banyo-tuvaletten oluşuyordu. Girişte bir ayakkabılık, vestiyer,  holde ise bir masa vardı. Masanın üstünde çay-kahve  pişirmek veya su kaynatmak için bir elektrik ocağı bulunuyordu. Hole iki kapı açılıyordu. Birinci kapı hem yatak, hem oturma odası olarak kullanacağımız bir odaya açılıyordu. Bu  ferah odada,  iki kişilik bir yatak, bir gömme elbise dolabı, ufak bir masa ile birkaç sandalye bulunuyordu. Penceresi ise geniş ve pancurluydu. Burada  bulunan müştemilat; ahşaptan, kampın kendi imkanları ile yapılmış son derece kullanışlı ve temiz müştemilattı. Fakat boyasızdılar. Selahattin, yurtdışından ithal edilen boyaların çok pahalı olması nedeniyle bunların  boyanamadıklarını söyledi. Diğer kapı ise, banyo ve tuvalete açılıyordu.
Banyoda alafranga bir tuvalet , duş ve bir lavabo vardı. Sıcak su, termosifondan sağlanıyordu.
Musluklardan akan cılız su, Dicle Nehri’nden pompalanarak geliyor, çok da tortu bırakıyordu. Rafineride çalışan bir kimyager, musluk sularının tortusuna rağmen, komşu köyden eşeklerle taşınan içme suyundan daha sağlıklı olduğunu söylemişti.
Lojmanda oturanlara günün her saatinde hizmet veren insanlar vardı. Bu bizim için sanki bir lütuf, bir nimet gibiydi. Bizim hizmetlinin adı Yusuf’tu. Her türlü işi yapan  bu insanlar, gün boyu bize hizmet etmek için hazır beklerlerdi. Örneğin, Yusuf, her gün defalarca, kovayla su taşıyarak balkona döker; böylece beton balkonu serinletirdi. Gözü sürekli  kampın ortasında oynamakta olan çocuklarda olur, onları zehirli yılan, akrep ve çıyanlardan korurdu. Daha sonra ise onun, elinde hanımların yaptığı pasta-böreği taşıyan bir tepsi ile, gazinodaki fırına doğru koştuğunu görürdünüz.
…Yarım ay şeklindeki kampın ortasına dizilmiş bu binaların biraz ötesinde, gazino ve çamaşırhane yer alıyordu. Biraz daha ötede ise, okul binası vardı. Bu okula, kamptaki çocukların yanı sıra, civar köyün çocukları da geliyordu.
20 Mayıs 1953. Burada günlük yaşantım tembelce geçiyor. Yaşantımız, buranın şartlarına göre oldukça konforlu sayılabilir. Elektriğimiz,  ufak bir gaz sobamız, musluklarımızda sıcak suyumuz, bir banyomuz, kısa dalga bir radyomuz ve bir telefonumuz var. Selahattin, işi için çok önemli olan bu telefonla diğer kamplar ve Batman’daki rafineri ile konuşuyor. Gazinoda toplanıyor, yemeklerimizi üç öğün burada yiyoruz. Çamaşırlarımız da buranın çamaşırhanesinde yıkanıyor.”  ‘A Bed of Roses, Anna Maria Malkoç: http//www.ebookstand.com, syf. 40-41’
*Raman’da ‘meşhur’ 1 numaralı oda
“Raman’da 1 numaralı oda, meşhurdur, poker  orada oynanır. Daha önce, o odada Abdurrahman Durukal otururmuş. Bu oda bizim karargahımız idi. Amerikalı Baş Sondör  John Shirley’in  barakası bu odaya  bakardı. Shirley penceresinden 1 numarayı gözlerdi, kimler geliyor diye. Abdurrahman gelir, Selahattin gelir. Shirley’e telefon ederiz ‘sen de gel’ diye.  ‘Hemen geliyorum.’ der vakit kaybetmeden aramıza katılırdı.
Hep poker oynardık, ancak 1950 yılında ben şöyle bir teklifte bulundum: ‘Poker oynayarak biribirimizin parasını alacağımıza, ben size  briç öğreteyim, hem daha zevklidir, üstelik parayla da oynanmaz.’ dedim. Ben de briç kitapları okuyorum o zamanlar. Teklifimi kabul ettiler. Öğretmeye başladım ancak  zor geldi, bir türlü  briçi yerleştiremedim Raman’da. Ben Ankara ve İstanbul’da turnuvalara katılırdım. Birinciliğim yok ama derecelerim vardır.” Rıfat Bayazıt
“Petrole  Hoşgeldiniz.”
“ 1949’da  Raman-12 nolu kuyuda Amerikalılarla çalışırken, ben kulede
çamurun  viskositesine bakıyordum. Petrol tabakasına girmek üzere idik. Sondöre freni teslim ettim, viskositeyi ölçüyorum. Ölçerken sondör, petrol tabakasına girdiğimizi frenden anlamamış. Bir de baktım ki: çamurun üstünden ince bir yağ akıyor. ‘Petrol bu olsa gerek’ diye sondajı durdurdum. Haber verdim, jeologlar geldi. Petrole girdiğimizi söylediler, çıkarttık, matkap değiştirdik. Karot matkabı taktık. 6 m karot aldık. İlk defa karot alınırken frendeydim. Çıkarttık, karotun gövdesinin üzerinden petrol akıyor. Çok heyecanlandım.
Yine aynı kuyudayız, devlet erkanını İ. Ruhi Berent kuleye getirdi. Bu arada boruları çıkartıyoruz. Gelenler petrolün ne olduğunu bilmiyorlar. Genel Müdür bana birden boruyu kaldır diye bir işaret yaptı. Boruyu çekerken sacdan muhafaza yaparız, fışkırmasın diye. Ama petrollü sondaj çamuru  öyle bir fışkırdı ki: tenekeyi tutan işçi sırtüstü yere yuvarlandı. Genel Müdür dahil bütün misafirler baştan aşağı çamur oldular. Genel Müdür ‘Petrole hoşgeldiniz.’ diyerek grubu  alkışladı.”   Hasan Hüseyin Ural
Batman Çayı  Geçit Vermiyor
Diyarbakır-Batman arasında devlet karayolu yoktur. Bismil üzerinden giderseniz, yol  yer, yer tarlaların arasından geçer; Batman Çayında son bulurdu. Yazın toz,  kışın ise  çamur olurdu. Batman Çayı, sadece  Mayıs ayından itibaren Ekim ayına kadar  araçların  karşıya  geçmelerine  izin verirdi, ama bir şartla;  Bir kelek veya sal üzerinde.
Demiryolları,   Batman Çayı üzerinde  Türkiye’nin en uzun  tren köprüsünü yapmıştır. Köprü boyunca, yayaların geçebileceği, 1.5- 2 metre eninde bir yaya yolu da bulunmaktadır. Acil durumlarda, bazı araçlar  tahta  traversler  üzerinde  raylardan birini ortalayarak, zıplaya, zıplaya köprüyü  geçmektedirler. Bu yolu en sık kullananlardan biri  Abdurrahman Durukal’dır.  Silvan üzerinden  giden yol  ise,  Malabadi  Köprüsüne kadar gider,  orada son bulurdu. Bugünkü   Malabadi – Batman karayolu, TPAO nun girişimi ve  parası ile, 1955 yılında yapılmış ve  3 milyon TL’sına  malolmuştur.
Abdurrahman Durukal   anlatıyor: “ DDY, şahsen beni değil, MTA yı protesto etmiş. Trenin gelmediği saatlerde, tren yolunun üstüne çıkıp, traverslerden tıkır tıkır geçer giderdik. Raylara çıkmak için ara yollar yapmıştık. Demiryolları, sonradan gelip onları yıktı. Köprüyü kullanmaya mecburduk, çünkü Batman Çayından geçme imkanı yoktu. Malabadi köprüsü  ise kullanılamıyordu. Diyarbakır-Siirt yolu vardı ama eski köprünün ortası dikti, kamyonlar ve diğer araçlar  o eski köprüden geçemiyordu.
Selahattin Özkan  anlatıyor: “ Ankara’ya geleceğim ama, Garzan-9 kuyusunda sondajdayım. Kuyunun  o gece sabaha karşı petrole girmesi bekleniyor. O vakte kadar Garzan, porozitesi olmayan, çatlaklarla üretim yapılan bir saha olarak biliniyordu. Petrollü seviyeye girdi;pPorozite gayet iyi, tabaka  kalker. Kuyu jeoloğu da bir Alman. Karot alınacak,  sonra da  ben, Ankara’ya gitmek durumundayım.  Treni kaçıracağım. Çünkü  karot çıkacak, onu göreceğim. Karotu gördüm, porozite gayet iyi, petrollü tabakayı yakaladık diye sevinçliyiz. Rıfat Bayazıt’la beraber kuyudan dönüyoruz. Rıfat, yeni şoförlük öğreniyor, arabayı o kullanıyor. Beni Diyarbakır’a bırakacak. O tarihte Malabadi’nin yolu olmadığı için, Batman’dan hiçbir yere çıkış yok. Sabah treni var, saat 8  00 de. O treni kaçırırsanız, Diyarbakır’a gidemezsiniz. Tek çare, Batman Çay’ını geçmek. Demiryolu köprüsüne   yakın bir sal var, arabaları salla karşıya geçiriyorlar.  Batman çayına geldik. Sal karşıda, köy de karşıda. Salcıya  ıslık çalıyoruz, bağırıyoruz ama duyuramıyoruz. Batman Çayın’dan geçelim dedik. Arabayı ben kullanmak istedim. Şoförlükte daha ustayım ama derenin neresinden geçeceğimizi iyi bilmiyoruz. Biz, derenin en  daraldığı yerden, daha sığdır diye geçeriz dedik. Dereye girdik, 2-3 m. gittik;  su oturduğumuz yere kadar çıkınca,  su ,sel  gibi arabayı sürüklemek istedi. Araba hafif, içinde bir tek biz varız.  Arka boş ama önde motor kımıldamayınca  kendi kendine araba yerinden  dönmüş.  Arabadan çıkamadık, belimize kadar su, kapıları açamıyoruz. İkimiz birden asıldık, kapıyı açtık. ‘ Dikkatli ol’ dedim. Suya atladı, yürüdü, öbür taraftan çıktı. Sıra bana geldi. Fotoğraf makinemi  ve çantamı aldım. Samsonite çantaya hiçbir şey olmamış, Rifat’a verdim. Sonra ben de atladım, sudan çıktık. Çok yürüdük, hava iyice karardı. Köye vardık. Üstümüz ıslak, kampa not yazdık, ‘dereye düştük, bize araba gönderin’ diye. Gece köylüler atlı çıkardılar, notu gönderdiler,  bize çok saygı  ve hürmet gösterdiler.   Kocaman bir ateş yaktılar, üstümüzü kurutalım diye. Atlıdan önce biz almak üzere Şemsi Ağar arabayla geldi; birlikte döndük. Ertesi gün yine aynı yerden geçmemiz lazım. Oraları iyi bilen bir şoför bulduk. Sabah erkenden geldi,bizi aldı, nehrin sığ yerine geldik. Nehrin en geniş yeri. Meğerse suyun en geniş yeri en sığ olan  yeriymiş. Motorun kayışını çıkardı ki ; pervane çalışıp suyu köpürtmesin. Onları takip ederek karşıya geçtik.
Malabadi yolu yapılmadan önce kışın dışarı çıkmanın imkanı yok. Bir kış sabahı bana geldiler, bir doğum var ebeler yapamıyor, ters bir durum var, doktor da müdahale edemiyor. Sabah 8 treni geçti, başka vasıta da yok. Hastanın Diyarbakır’a gitmesi lazım. Yollar tamamen kardan kapalı.. Şoför İmam Günbatı ve birini daha arabayı aldılar. “ Malabadi üzerinden gideriz.” dediler. Yeni bir jeep gelmişti ; Chevrolet, kalın lastikli, onun 4 tekerinede zincir taktık. Bir de ambulans gibi kapalı bir aracımız var, ona hastayı koyduk yanına bir ebe verdik. Şoför İmam arabayı kullanacak, jeep te onları takip edecek. Konvoy yola çıktı. 15 inci km.de yolda kalıyorlar .Ne ileri, ne geri.  Hep birlikte jeep’i büyük bir gayretle olduğu yerde döndürüyorlar. Geldikleri izden geri dönüyorlar. Ben kendimi hayatımda hiç o anda olduğu kadar çaresiz hissetmedim. Telsizle durumu öğrendim.  Ne kadar araba varsa hepsini yolladım yardım için. Ama doğum orada olmuş. Ebe anneyi kurtarmak için bebeği parçalayarak almış. Bu bir çaresizlik örneğidir ve çok üzücü bir olaydır..
Bu olaydan sonra Karayolları’na bu yolun yapılması için baskı yaptık, “Programımızda yok.” dediler. Diyarbakır 9. Bölgeye gittik, konuyu anlattık, anlaşma yaptı; biz 3 milyon lira verdik, onlar da yolu yaptılar. Malabadi Köprüsünü çok eskilerde kervanlar için yapmışlar. Köprünün ortası    ters bir ‘V’ harfi gibi yükseldiğinden, çıkarken arabalar vurmasın diye, köprünün orta yerini  törpületmiştik.”                                                                                                                                                                                                                                                                      
DİPLOMALI  İLK  TÜRK  SONDÖRLER
Sanat Mektebinden Raman’a Sondaja
Tool-pusher Hasan Hüseyin Ural anlatıyor :“1948 yılında MTA, Türkiye’deki teknik okullara birer genelge göndererek, koyduğu barajın üstünde notlarla okulunu bitirenleri Raman Dağı’nda kursa tabi tutup, bu kursu derece ile bitirenleri Amerika’da okumaya gönderip petrol mühendisi yetiştireceğini ilan etti.”
 Okulum beni aday gösterdi. İhsan Ruhi Berent ‘ benim yanıma getirin’ demiş. Okulu bitereli bir hafta olmuştu ki,  yetkili bir umum müdürünün yanında idim. İlk defa böyle  yüksek makamdaki bir kişi ile  karşılaşıyorum. Yaşım 17, heyacandan tir tir titriyorum. Bana çok babacan bir tavırla yaklaştı. Karşısına oturttu. Ben utancımdan çay bile içemedim. Kendisi benimle pazarlık yapmaya başladı. ‘ Seni Raman’a göndereceğim, kaç para istiyorsun?’ dedi. Tarih 13 Temmuz 1948. ben o an şöyle söyledim: “Ağabeylerimiz 5 lira yevmiye alıyorlar bununla geçiniyorlar, ben sizden ne isteyebilirim?” dedim. O zaman dedi ki: “ Sana 7 lira yevmiye versem gidermisin?”. Ben, ‘ giderim ama nereye gideceğimi bilemediğim için, benim bir arkadaşım var, o dereceyle bitiremediğinden okul onu aday gösteremedi, onu da gönderirseniz, beraber  gideriz.’ dedim. “Getir arkadaşını da.”dedi.  Ertesi gün Ahmet Ardıç’ı da getirdim. Bizi hemen ertesi günü bir sürü malzemeyle birlikte  Raman Dağı’na gönderdi.”
Tool-pusher Ahmet Ardıç anlatıyor: “MTA’da, yolluklarımız ile yatak, yorgan ve iş kıyafetlerinden oluşan kocaman denkler hazırlandı. Hepsini hurca koyup yanımıza aldık . İçinde portatif karyolalarımız bile vardı. Ayrıca temize giyeceğimiz kıyafetlerden , ayakkabıya kadar vardı. Sahada çalışacağımızı , sondajda çalışacağımızı biliyorduk ama işin detayları hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Vardiyalı çalışacağımızı da söylemişlerdi. Trene eşyaları yükledik, ailelerimizle vedalaştık ve 17 yaşında Batman’a geldik. Yaşam koşullarının zor olduğunu söylemişlerdi. Bizi karşılamak için damperli kamyon göndermişler. Batman’da bina olarak sadece istasyon vardı, Batmanın adı İluh köyüydü. Maymune boğazındaki kampa gittik Bizi ilk karşılayan Nuri Çankaya oldu. Biz H. Ural’la birlikte 2 kişiydik. N.Çankaya bizi korkutmak için şaka yaparak önümüze ölü bir yılan attı. Çok korktuk. Orada biraz kaldıktan sonra bizi ciple Raman’a götürdüler. Yolda bize, Raman’a su pompalayan düzeneği gösterdiler. Orada ağaç barakalar ve Abdurrahman Durukal’ın kaldığı tahta ev ve müştemilat vardı. Tepede kamp vardı. Bize işçi barakalarında yer vermediler, biz önce açıkta çardak gibi bir yerde yattık.
Biz  9 lira  yevmiye alırdık, elimize 212 lira net maaş geçerdi. Çok iyi paraydı. Ayrıca tabldot yemeğini karşılamak üzere mesai de veriyorlardı bize.
Bir yıl sonra, İzmir ve diğer illerden bizim gibi sanat okulu mezunu insanlar geldiler, kalabalıklaştık. Amirlerimizin  bize karşı tavrı kötü değildi. İlk başlarda her konuda çok zorlandık sonra, alışmaya başladık. İşçiler bize karşı çok iyilerdi, sıkıntımız ustalardandı. İşleri kısa zamanda onların elinden alacağımızı zannediyorlardı. Halbuki biz oraya teknisyen olarak gitmiştik . Sondör’lerin başında da Mr.Willis vardı. Stajyer gibiydik, hiçbir yetkimiz yoktu. Çok uzun süre sonra sondör olduk
 O zamanlar, kendiliğinden kaldırılan kuleler yoktu. Biz kuleleri teker, teker kendimiz kuruyorduk.  Üstü açık kamyonlarla vardiyaya giderdik. Hafta sonu tatil yoktu. 7 gün vardiyaya giderdik. 30 günde 1 gün tatil yapabiliyorduk. 1950 yılından sonra, sendikalaşma hareketinin ardından, hafta sonu tatillerimiz oldu.”
Hasan Hüseyin Ural anlatıyor: “ Bir müddet sonra,  yeni gelenlerle sanat okulu mezunları olarak  120 kişi olduk.  İçimizden  bazılarının petrol mühendisi yetiştirilmek üzere Amerika’ya gönderileceği söylenmişti. Bu proje, 1950 yılında yapılan seçimlerle Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra rafa kaldırıldı. Bu olay beni müthiş bir şekilde üzmüştür. Bize ‘ya sondaj teknisyeni olarak devam edersiniz ya da tazminatınızı alıp işten ayrılırsınız.’ dediler. Biz kalmayı tercih ettik.
Kampta  bize çok güzel muamele yaptılar. Yemeğimiz bile özel çıkıyordu. İhsan Ruhi Berent, 31 lira yemek parasını maaşımıza ilave ettirmişti. O para bize ödenmiyordu. Onunla karavana dışında yemek yapılıyordu. Sondaj kulesine yemek geldiği zaman, medeni bir şekilde, masalarda oturup yerdik. Zaman ilerledikçe, Kentalan Kampında aşçımız, tenis sahamız, hamam barakamız bile oldu. Dağların başında, 3 öğün muntazam yemek, bizim için  bir lükstü. Biz sondaja gidip yalnızca gözlem yapıyorduk, bir iş yapmıyorduk henüz. Kampta ufak bir salon vardı. Akşamları bizi orada toplayıp Abdurrahman Durukal ve Hulusi Berilgen bize sondaj bilgileri verip, her hafta da imtihan edip, bizim öğrenip öğrenmediğimizi kontrol ediyorlardı.
TPAO  kurulmadan evvel, Zonguldak’taki sondaj usta ve işçilerini Raman’a getirmişlerdi. Madenden başka, petrol sondajını da görüp birşeyler öğrensinler diye. Biz, isteyen herkesin Türkiye Petrolleri’ne geçeceğini zannediyorduk. Ama bu böyle olmadı. Üst yönetimin seçmesiyle oldu. Bizimle beraber  Zonguldak’tan gelenlerin de en iyilerini seçip, diğerlerini geri gönderdiler. Sanat okulu mezunu 120 kişinin içinden bazıları çalışma şartlarına dayanamayarak gittiler, bazıları ise  yeni kurulan rafineriye geçtiler.”
AMERİKALI SONDÖRLERİN YERİNİ TÜRKLER ALIYOR
Hasan Hüseyin Ural anlatıyor; “O yıllarda kulelerde çalışan Amerikalı  sondörler vardı. Ama sondajı Türkler  yapardı. Muhittin Eren, Yusuf Öney, Hasan Güven, Mehmet Gürbüz, Ahmet Ardıç, Zeki Özbek gibi. Amerikalılar, özel vardiya arabaları ile gelip, giderlerdi. 1.5 yıl gibi uzun bir zaman içinde bile  sondaj kuyusunu bitirdiklerinde, metre başına aldıkları 4 dolarlık prim bir yana, bir de   altın saat hediye alırlar ve sondajı erken ( ! )  bitirdikleri için, şereflerine balo verilirdi. Bütün bunlar benim zoruma giderdi. Amerikalı sondörler, matkaba gerekli ağırlığı vermezler ( matkabın üzerine bağladığınız DC ların su taşırma hacmi çıktıktan sonra, %75 ‘ini matkabın üzerine vermeniz gerekir), ‘başıma dert açılmasın, nöbeti devredip gideyim’ düşüncesiyle yavaş davranırlardı. Onlar için hızın önemi yoktu; kaç metre sondaj yaptın çarp 4 dolarla, pirimini al.
1950 yılında,  yeni kurulan  Adnan Menderes hükümetine, ben, Muhittin Eren, ve bir arakadaş daha, durumu anlatan bir mektup yazdık. Daha sonra, Başbakanlıktan geldiklerini ve gizli bir tahkikat yaptıklarını söyleyen 2 kişi,  kuleye gelip bizimle konuştular. Benim ve Muhittin ustanın ifadelerini aldılar. Gerçekten de 2 ay sonra bu soruşturma semeresini verdi. Amerikalıların hepsi gittiler. Bir tek Mr.WILLIS kaldı.”
Muhittin Eren anlatıyor: “Bir kule, iki kule, üç kule derken, biz işi iyice öğrendik. İşi biz yapıyorduk. Yabancılar tıkır,tıkır  paralarını alıp, başımıza dahi gelmiyorlardı. Yeni sondajlar ortaya çıkınca, artık yabancılara gerek kalmadığını, diğer arkadaşlarla beraber karar alıp ortak bir mektup imzalayarak, zamanın yöneticilerine bildirdik. ‘ Bu işi biz yaparız, yabancılara  boşuboşuna  para verilmesin.’ dedik. Biraz bekledik ama amacımıza da  ulaştık. Artık  sondajların işciliğini biz yürütüyorduk. Gerçi biz sondajı yabancılardan öğrendik ama sonuçta öğrenmiştik. Daha ne gerek vardı yabancılara.”
“ TATCO  ATMAYI NASIL ÖĞRENDİM “
Hasan Hüseyin Ural  anlatıyor : “Amerikalılar, bizi yanlarına sokmazlar, bizlere birşey öğretmez ve göstermezlerdi. Şöyle bir anım var: Kuyunun eğriliğini ölçmek için bir  Tatco aleti vardır. Sondajcılar bilir bunu. Bu  tatco aletini Amerikalılar, kendi barakalarında açar, kurar,hazırlar dışarıya verir, biz onu ancak kuyuya atmakla ve çıkarmakla mükelllefiz. Başka bir şey yaptırmazlardı bize..
Ben bir plan yaptım; Amerikalıların oturduğu  ‘Dog House’ un tavanında bir budak vardı, onu yerinden çıkardım. Tatco atılacağı gün benim nöbetim bitmişti. Gitmedim, kuyuda kaldım, ‘Dog House’un çatısına çıktım, budak deliğini açtım, gözlemeye başladım. Tatco’yu özel anahtarıyla nasıl söktüklerini, nasıl kurduklarını, nasıl yaptıklarını baştan sonuna  kadar seyrettim. Tatco atıldı. Onu da bekledim. Çünkü göremediğim bazı yerler vardı. Tatco’yu çıkardılar, temizlediler, içeriye getirdiler, masanın üstüne koydular. Bizim işcileri, ustası da dahil dışarı çıkardılar. Ben, tavandaki  budak deliğinden seyrediyorum. Tatcoyu söktüler, içinden saatini çıkardılar. Saatin içindeki pulu da çıkardılar ve saati sıfırladılar. Sildiler, temizlediler ve kapattılar hepsini seyrettim. Bütün  buların hepsi Raman-11 de oluyor.
Ertesi gün, işçilere Amerikalıların barakasını temizletiyorum. O gün temizliğe nezaret ediyorum. Benim  amacım başka. Amerikalı, barakanın önünde şezlonguna kurulmuş, yanında da viskisi. O, keyfine bakarken, ben de  tatco kutusunu aldım, açtım içindekilerini gördüm. Saatine baktım. İki tane saat var, olayı çözdüm ve yerine koydum. 2 gün sonra tatco atılacak. Amerikalıya  ‘müsaade ederseniz size yardım edeyim’ diye ısrar ettim. ‘Peki’ “ dedi,  içeri aldı. Ne gördüysem aynısını yaptım. Çok şaşırdı. ‘ Kim öğretti bunu?’ diye  sordu. Cevap veremedim. Mr.Willis’in üzerine attım. O, beni çok severdi; onların şefi olduğu için de  hiç bir şey diyemedi. Saati 12 dakikaya kurdum. Adam çıldırdı. ‘At kuyuya’ dedi. Gittik attık. Ben tatcoyu böyle öğrendim. Bu olay beni çok kamçıladı.”
BATMAN’DA İLK PİLOT RAFİNERİ
Asitlemeler sonucunda, Raman-8 ve Raman-9 daki üretimin oldukça artması ve yeni delinecek olan Raman kuyuları ile beraber  daha da çok artacak olması yöneticileri yeni düşüncelere sevk etmiştir. Petrol çıkarılmaktadır, ancak nasıl rafine edilecektir? Maymune’deki rafineri, bu talebi karşılamaktan çok uzaktır. Yeni bir rafineri kurulması gerekmektedir. Gazetelerde,  kurulacak  yeni rafineri yeri için İskenderun’un adı geçmektedir.
İ.Ruhi Berent ve ekibi,   hemen ABD ve Almanya ile temasa geçer. Ancak, zamanının en iyi rafinerilerine sahip olan  ve rafineri  teknolojisinde ileri düzeyde bulunan Almanya ve ABD’den olumsuz cevap alır.  Almanya ve ABD halen ellerindeki mevcut rafinerileri veremiyeceklerini, çünkü savaştan yeni çıktıklarını ve bu rafinerilerin kendilerine lazım olduklarını, bizim siparişimizi ise ancak 2 yıl sonra teslim edebileceklerini söylerler. Verilen süre çok uzundur. Raman’da ise petrol üretimi gittikçe artmaktadır.
Abdurrahman Durukal anlatıyor: “Çıkan petrolü,  asfalt niyetine yollara döküyor,, Diyarbakır Belediyesine veriyorduk. Bu arada, Maymune Boğazındaki, MTA nın getirttirmiş olduğu küçük rafineyi tekrar  faaliyete geçirmek istedik. Mankiyeviç’in  nezaretinde rafineriyi çalıştırmaya başladık. Raman –8 ve 9 dan gelen petrolü iki günde bir veriyoruz, Mankiyeviç rafineriyi iki  günde bir çalıştırıp, işliyor .. Ham benzin çıkıyor, biraz da motorin alınıyor.”
MTA yönetimi, tek çare olarak tamamen kendi imkanları ile yeni bir rafineri kurmak zorunda olduklarını anlar.
Niyazi  Acun anlatıyor : “Ancak, Raman’da üretim gittikçe artıyor , küçük rafineri  ise yeterli olamıyordu. Genel Müdür İ.R.Berent, memleketin büyük benzin, gazyağı, mazot ve asfalt kaybı karşısında arkadaşlarıyla  teknik bilgilerini ortaya koyarak memleket dahilinde bir rafineri yapıp Batman’a kurmağa karar  vermişlerdir....Karar verilince,  derhal faaliyete geçerek 6-7 ay gibi kısa bir zamanda bu tesisleri yapmağa muvaffak olmuşlardır.” 
“...Raman-8 ve daha sonra  9 nolu kuyudan,  asitlemeler  sonucu  yüksek randımana ulaşılması üzerine,  küçük rafinerinin ihtiyacı karşılamaktan çok uzak kalacağı düşünülerek, vaktiyle İstanbul’da Omuryeri’nde(Umurbey) bulunan  ve 1940 senesinde MTA tarafından satın alınıp Diyarbakır’a getirilmiş bulunan hurda bir  rafinerinin parçalarından istifade edilmek ve tadilat yapılmak suretiyle, Batman’da günlük 200 ton kapasiteli bir rafineri kurulmasına karar verilmiş ve 1948 senesinde başlayan bu  iş,  aynı yılın Kasım ayında ikmal edilerek, faaliyete geçirilmiştir. Batman’da, demiryolu üzerine bu tesisat kurulurken, Maymune Boğazında bulunan küçük rafineri de  sökülmüş  ve bunun parçalarından da istifade edilmiştir.” Bu satırlar, MTA  15 Yıllık Faaliyet Raporu’ndan alınmıştır
“Yeni rafineri tesisatı, dışarıdan hiçbir mana ifade etmiyecek kadar basit bir manzara arz etmektedir....İçinde biri büyük, ikisi ondan biraz küçük  bir  lokomotifi andıran üç fırın vardır.. İkinci rafineri birincisinden daha büyük ve daha fazla fırınlıdır.Bu rafineri de günde 8 saatten üç vardiya yaparak 24 saatte  150  ton ham petrol  işliyor ...”  N.Acun D.P. Tarihi ve Türkiye
“ Pilot rafineriden ham benzin çıkıyordu, çok düşük oktanlı bir benzindi ve  cip gibi  bazı araçlarda kullanılıyordu.  Bir miktar gaz yağı da çıkardı. Motorin de çıkardı ama bunlar çok azdı(% 5-10 gibi).  Arta kalan fuel-oil ve asfalt,  varillenip satılıyor, kalanları ise  açık havuza dökülüyordu. Açık havuz artık göl gibi olmuştu. Hayvanlar, petrolün  parıldamasından bunu göl sanıp,  su içmeye geldiklerinde içine gömülüyorlardı. Sonra, akıllı bir belediye çıktı. Konya Belediyesi, tonu 15 liradan aldı ve Konya’nın tüm yollarını asfaltladı. Akıllı olanlar yollarını yaptılar, güzel asfalttı. Ekonomiye katkısı çok oldu.
Bazı arkadaşlar, elbiselerini askıya takıp,  benzin tanklarının içine daldırıp asarlardı, kuru temizleme yapsın diye. Bunun için tankın içine özel askı yeri yapmışlardı, ben şaşırıp kalmıştım, pratik bir şeydi.”  Hasan Göker
TENEKE FABRİKASI
“...Rafineriden istishal edilen   maddelerin  sevki için, lüzumlu varil  ihtiyacını karşılamak üzere, 1949 yılında Sümerbank’tan satınalınan varil fabrikası Batman’a nakledilmiştir. Bu fabrika, ayda 35.000 adet 42 galonluk varil imal edebilecek  kapasitededir... Bu suretle rafineri mahsullerinin memleket içine sevk ve irsali işinde büyük bir müşgülün ortadan kalkmış olacağı aşikardır.” MTA  15 Yıllık Faaliyetleri
“O GÜNLERE” AİT GENEL BİR DEĞERLENDİRME
Mithat Tolgay, burslu olarak okuduğu ABD’den dönüşünde  Türkiye’deki durumun genel bir değerlendirmesini şöyle yapıyor : “ Amerika’dan 4 ekim 1952 de  döndüm. MTA’da  işe başladım ve 23 ekimde Adana’da Misis yöresinde çalışmakta olan petrol jeolojisi gurubundan Dr. Zati Ternek’in ekibine katıldım .  Kasım ortasında döndükten sonra  boşta kaldık.   Yetiştirme programı veya  yürütülen projelere  katkıda bulunma durumu yoktu.   Demokrat Parti iktidara gelince MTA yönetiminde  değişmeler olmuş,  bu da yukardan aşağı çeşitli  huzursuzluklara yol açmıştı.  Kuruluşa  yeni katılan bizlerle ilgilenen yoktu. Vaktimizi Enstitünün zengin kitaplığında geçiriyorduk.  Bu arada Petrol Yasası hazırlıkları sürüyordu. Yasa, 16 Mart 1954 de yayınlanarak yürürlüğe girdi.  Daha tasarı görüşülürken,  birçok petrol şirketinin jeologları iyi yerlerde ruhsat alabilmek için Ankara’da boy göstermeye başlamışlardı. Petrol servisinden  bir  arkadaş ayrılarak bu şirketlerden birine  girdi. Burs nedeniyle,  zorunlu hizmetim olduğundan ayrılmayı pek düşünmedim ve askere gittim, tarih 1.5.1953.  O zamanlar  onsekiz ay olan askerlik hizmetinin tamalanmasına dört ay kala MTA’nın  teknik eleman gereksinimi nedeniyle istemi, Genel KurmayBaşkanlı’ğı tarafından olumlu karşılanmış ve eski işime 1.7.1954 de geri dönmüştüm. Yaz mevsimi olduğu için Malatya – Hekimhan ve Adıyaman – Kahta yöresinde  petrol emareleri ihbarlarını incelemek üzere görevlendirildim.  Vatandaşlar, petrol bulunursa ikramiye alma  beklentisi ile  bu ihbarları yapıyorlardı.  Askere gitmeden önce birkaç ihbarı incelemleye  gitmiştim ancak bunlar  sınırlı yerlerde  ve önemsiz idi. Hekimhan ve Adıyaman yörelerindekiler ise,  geniş alanda yer alıyorlar ve  bu yörelerde  petrol potansiyeli  olduğunu gösteriyorlardı.  Özellikle,  Kahta  yöresinde rahatça görülen  yapının, ayrıntılı  olarak incelenmesini önerdim.  Ancak, yeni Petrol Yasası  uyarınca buralarda petrol şirketlerinin arama yapabileceği belirtildi.  Petrol Yasası  yürürlüğe girdikten sonra ilk petrol keşfi, American Overseas Petoleum Ltd tarafından burada, Kahta’da yapıldı.   
MTA, Güneydoğu Anadolu’da yüzeyde görülen yapıların ayrıntılı  jeoloji haritalarını yapmıştı. Fakat, bölgenin  yapısal jeolojisini anlamak bakımından çok önemli olan  bölgesel bir jeoloji haritası  yoktu. Ayrıntılı haritalardan, bölgesel harita yapılmasını önerdim. Bu proje, servisteki deneyimli jeologları oldukça meşgul etti. Biz yine de  boşlukta idik.  Bir şeyler yapmak için uzmanlık dalım  olan sedimanter petrografi konusunda çalışmak isteğimi Genel Müdürlüğe ilettim  ve bu, uygun bulundu. 1955  yılı başında  laboratuvarda  çalışmaya başladım.  Sahadan gelen numuneleri inceliyorduk. Ancak petrol ile ilgili çalışmalar yeni yasa nedeniyle azaldığından,  işler yoğun değildi.  Bu arada Başbakan Adnan Mendres’e bir köylü tarafından  getirilen  yumurta büyüklüğünde altın  damarlı kuvars  Menderes’in ilgisini çekmiş ve MTA’nın  bu konuyu araştırmasını istemiş.  Bunun üzerine , Afrikada 30 yıl sedimanter  altın (placer gold)  arama ve üretimi konusunda çalışmış deneyimli bir uzman  bulundu ve  ben de onunla çalışmak üzere görevlendirildim.  Yaz boyunca, Hatay, Bingöl ve Kağızman da çalıştık. Altın vardı fakat,  işletme kuracak verimlilikte değildi. Laboratuvarda  çalışmalara devam ettim, ancak yukarıda belirttiğim gibi, işler  yoğun değildi ve bu arada  laboratuvar şefi yeni kurulmakta olan  İTÜ Maden Fakültesine katılınca laboratuvara ben vekalet etmeye başladım.
 Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere.  MTA  daki  çalışma süreci  doyurucu değildi.  Bu arada TPAO kurulmuş ve kuruluş aşamasında Parisa Gönülden, Raşit Ceylan ve Ferhan Sanlav  sirkete geçmişlerdi. Şirket daha fazla jeolog ihtiyacı duyunca, 1955 sonlarından itibaren İşletmeler Bakanlığı nezdinde teşebbüse geçti. Sait Şahankaya ile beni  Batman’da çalıştırmak üzere istiyorlardı. Önerilen ücret, MTA’da aldığımızdan %20 fazlaydı  ancak  bu yeterli değildi. Konuyu Bakanlık müsteşarına ilettik ve MTA’dan ayrılmıyacağımızı  belirttik.  Şirket, bundan sonra ücretlerde iyileştirme  yaparak,  Bakanlığın onayını almıştı. Bunun üzerine;  Sait Şahankaya ve ben, Mayıs 1956 da Türkiye Petrolleri’nde işe başladık.
Bu sırada TPAO,  Siirt’in güneyinde Reşan arama kuyusu ile Raman ve Garzan sahalarında geliştirme kuyuları açıyordu. Sait, Reşan’da  ben de Garzan’ da kuyu jeleolojisi çalışmalarına başladık.” 
 BATMAN RAFİNERİSİ KURULUYOR
Gittikçe artan petrol üretimi, beraberinde, ‘Pilot Rafineri’ den ziyade daha büyük bir rafineri kurulması gerektiğini ortaya koymuştur. Rafineri kurulması için açılan ihaleye, iki firma teklif vermiştir.  22 Ocak 1953 tarihli Milliyet Gazetesini okuyalım:
“RAMAN PETROL TESİSLERİ
 İKİ YILDA İKMAL EDİLECEK”
*Ankara’da bir Amerikan firması ile imzalanan mukavele, yılda 27 milyon liralık döviz tasarrufunu sağlayacak.
Ankara. 22.(Milliyet)- Raman ve Garzan’da çıkarılmakta olan ham petrolü tasfiye etmek üzere rafineri tesislerini kuracak Amerikan Ralph M.. Parsons şirketiyle Maden Tetkik Arama Enstitüsü arasında mukavele dün gece saat 21.30 da Maden Tetkik Arama Enstitüsünde İşletmeler Vekili Sıtkı Yırcalı’nın huzurunda imzalanmıştır.
Mukaveleyi, Maden Tetkik Arama Enstitüsü adına Umum Müdür Emin İplikçi ve Amerikan Şirketi adına Mr. Earl W. Gard imzalamıştır.
İmza törenini müteakip, İşletmeler Vekili Sıtkı Yırcalı, akdedilen mukavele hakkında basına izahatta bulunmuştur. Anlaşmaya göre; Raman ve Garzan’daki petrol tesisleri, mezkur firma tarafından yapılacak ve bu işler için, 425 bin dolarlık sabit bir ücret ödenecektir. Diğer masraflar ile tesisat malzeme inşaat bedellerinin keşfi, tahminen 6,905.000 dolar civarındadır. Faka,t mukavele esaslarına göre; firmanın sabit ücreti dışında, her türlü malzeme ve tesis bedelleriyle masraflar, evvela tarafımızdan tetkik edilip fiyatı ve kalite bakımından muvafakatımız alındıktan sonra,  ödenecek ve tesisat iki yıl içinde ikmal edilecektir.
Tesisatın ikmalinden sonra bir sene müteahitin nezaret ve fenni mesuliyeti altında çalıştıktan sonra teslim alınacaktır. Burada, günde 6250 varil ham petrol işlenecek ve bundan muhtelif miktarlarda gaz, benzin, jet yağı, motorin, yol asfaltı, kazan yakıtı elde edilecektir.
İşletmeler Vekili, bu anlaşmanın iktisadi politikaya yapacağı tesirleri şöyle izah etmiştir;
“Petrol politikamızı belirten aldığımız son kararın müspet neticeleriyle, memleketin geniş ölçüde sahip olduğuna kani bulunduğumuz petrol kaynaklarının kıymetlendirilmesine kadar, halen Raman ve Garzan’da kendi imkanlarımızla elde ettiğimiz ham petrolü, kuracağımız bu tesisler de değerlendirerek,  yılda en aşağı 27 milyon liralık gelir kaynağı ile döviz tasarrufu sağlıyacağız.” 
Hasan Göker  anlatıyor : “Ben, ihale olduğunda Tulsa’da master tezimi veriyordum. 1952’nin sonbaharıydı. Gazetelerden okuyordum. İhale için ‘Parsons’ ile ‘Koch Engineering’ firmaları kapışıyorlardı. Dr.Nezih H. Neyzi,  Parsons’un temsilcisiydi ve çok kaliteli bir insandı.  İhsan Ruhi de  Koch’un  temsilcisiydi. İhsan Ruhi, bu konuda  pek popüler değildi, İnönü’ye hayran olduğu için Menderes’in kendisine allerjisi vardı. İhaleyi Parsons kazandı,  ama benim Koch’ta iş bulmamda İhsan beyin faydası oldu sanırım. Koch bir mühendislik firması, Parsons kadar güçlü değildi. Ben Koch’ta 6 ay çalıştıktan sonra, sen artık dön diye bir yazı geldi.
Ben döndüğümde, rafineri inşaatı henüz başlamamış, temel sondajları yapılıyordu. Toprak analizleri yapan Dames and Moore şirketi vardı, diğer yandan Amerika’dan malzeme siparişleri yapılıyordu ve malzemeler İskenderun’a gemiyle inip, trenle Batman’a sevk ediliyordu.”
O sıralarda, Parsons  ile  büyük yeni  rafineri anlaşması  yapılmıştı. Oğuz Avdan,  Los Angeles’ te kurulan  kontrol heyetindeydi ve  Celal İmre heyet başkanıydı. Oğuz Avdan rafineri mühendisi olarak teknik heyette görevliydi. Bir de mali kontrol elemanı vardı. Parsons’ın kontrolünü yapıyorlardı. Rafineri ihalesi, ‘maliyet + kar’ sistemi üzerine kurulmuştu. Adamlar, malzeme diye battaniye, kazma , kürek gibi şeyleri bile Amerika’dan getiriyorlardı. Doların ülkemizde çok kıymetli olduğu yıllar, 1953-1954 yılları, sıkıntı içindeyiz. En iyi malzemeyi kullanarak inşaatı yaptılar. Onların inşaatta  kullandıkları kalıp tahtaları bile öyle kaliteliydi ki; daha sonra  bizim marangozlar bu tahtaları  mobilya imalatında kullandılar.
O zamanlar, tecrübesizliğimizden, rafineri kurulmadan önce ve rafineri yapılırken Türkiye’nin ürün ihtiyacı tam tespit edilmemişti. O tarihlerde benzin ihtiyacımız çok az; yılda 50 bin ton civarında. Orta mahsul gaz yağı ve motorin ihtiyacı var. Raman petrolü de ağır bir petrol. Benzini % 12-13, gazyağı % 6-7, motorin %15,  fuel oil ve asfalt %65.  Bunun için yapılacak şey, ağır yağları parçalayıp, motorine dönüştürmekti. Ancak, öyle yapılmadı, gazyağı ve motorinin bir kısmını krakingden geçirip benzine dönüştürdüler.  Ancak benzine talep yok. Bu, en büyük yanlışlıktı. Sonradan yaptığımız anlaşmaları farklı yaptık. Bu hataları yaşadık, ve  sonradan düzelttik. Örneğin Raman petrolü çok ağır olduğu için onu koklaştırıp , kok kömürü olarak  halka satabilirdik. Böylece motorin üretimi de artardı.”
KABUL TECRÜBELERİ  
 “İnşaat bittikten sonra anlaşmaya göre, kabul tecrübeleri yapılacak, ve ‘kabul’u Türk mühendisleri yapacaktı.  Amerikalılar, bu işten  biraz rahatsız oldular ama daha sonra kabullendiler. Örneğin;  TCC ünitesinin tecrübeleri var, analizler geliyor, grafik çiziyorum.  Amerikalı firmanın temsilcisi benim grafikleri hemen alıyor cama koyuyor, kopya çekiyor ve  gönderiyor. Parsons ekibinde bizim tahsilimiz seviyesinde adam yoktu. Bunların hepsi alaylıydı. Bir tek Bob vardı, o iyiydi ama içkiyi fazla severdi.  Hepimizi karşısına alıp ders verirdi. Onu çabuk gönderdiler. Çoğu mühendis değil, alaylıydı, deneyimleri vardı ama tahsilleri yoktu. O sıralar Amerikalılarda modaydı bu. Diplomadan ziyade deneyimli olmak tercih edilirdi. Rafineri Müdürü Linkey  bile öyleydi. Hepimizin müdürü ve yetkili ünite şefleri Amerikalı,  onlarla birlikte yönetiyoruz tecrübe çalışmalarını. TCC ünitesinin bir Amerikalı şefi, bir de ben varım. Benim mühendislik bilgilerim kuvvetli, onda da pratik bilgi var. 3-5 ay beraber çalıştık, kabul tecrübelerine gelince, neticeler yavaş, yavaş ortaya çıkıyor. Ayrılacakların listesini yapıyoruz. Listeyi ben hazırladım. Bir TCC şefi vardı. “Siz burayı 3 seneden önce teslim alamazsınız.” dedi. Bunlar,  burada yüksek ücret alıyorlar, seviyeleri de vasatın altında. O sırada Amerika’da işsizlik te var. Buradaki işi bırakmak istemiyorlar. Fakat  burada da kimse rafineri nedir, vana, motor, pompa, tribün  nedir bilmiyor. Biz de  hep sanat okulu mezunlarını seçtik. Bunlar çok kısa zamanda yetiştiler. Bizde bir Ahmet vardı, değme mühendise ders verirdi, Control Board ‘da şefin bilmediği şeyleri o bilir, verdiğimiz manuel’i okur ve uygulardı. Bunların yanı sıra Gölcük’teki  tersanelerden  en iyi ustaları ve en deneyimli  elemanları da Batman’a getirdik.”
Necdet Aksan şöyle hatırlıyor: “Batman’da  yolun ucundaki tek lokantada yemek yerken  birden rafinerinin alev aldığını gördük.Hemen dışarı çıkarak yangını söndürmek üzere rafineriye doğru  koşarken , elinde  kovalar ,kürekler telaş içindeki insanların da bizimle beraber rafineriye doğru koştuğunu gördük..Kapıya  geldik..Kapıda gördüğümüz görevli  sanki hiç bir şey olmamış gibi duruyordu. “Ne oluyor ?” sorumuza karşılık; “ Bir şey yok. Deneme çalışmaları başladı. Artık bu alev devamlı olacak.” dedi.
Batman Rafinerisi Müdürü olarak çalışan Nevzat Yıldırım şöyle anlatıyor:
“Start-up için,  flare hattını ateşleyecek manyotelu sistem bir türlü çalışmıyordu. Epeyce uğraşıldı, flare hattı bir türlü yanmıyor. Parsons’da çalışan  kızılderili bir Amerikalı vardı. Beraberinde ok-yay getirmiş. Kızılderili okunu aldı geldi. Okun ucuna gazlı bez parçası bağladı ve yaktı. Flare’ye  doğru nişan aldı. Alevli oku fırlattı, flare  ateş aldı. Rafineri ilk defa böyle ateşlenmiş oldu.”
 “Amerikalılara rafineriyi artık teslim alabileceğimiz söylendi. Ancak  Parsons ekibi “Siz bu rafineyi 3 seneden önce teslim alamazsınız” dediler. Zaten Amerikalıların içinde  1 veya 2 mühendis  vardı. Diğerleri teknisyendi ve herzaman olduğu gibi bizi küçümsüyorlardı. Biz ısrar ettik. Genel Müdürlük de “ Hiç olmazsa  1-2 Amerikalı kalsın” dedi. Biz de “ Kalsınlar  ama biz onlara hiç bir şey sormayacağız “ dedik. Rafineriyi teslim aldık.Gerçektende danışman olarak kalan Amerikalıya hiç bir konuda danışmadık ve sormadık. 6 ay sonra  da Amerikalı ülkesine döndü.”    Nevzat Yıldırım
 “Batman Rafinerisi “peşin para” ile yapılmıştır...Rafinerinin inşaatında   zanaatkar bulmak çok zordu. Özellikle kaynakçı ve borucu.. O çevredeki vilayetlerde bulunan bütün kaynakçı ve borucular Batman’da toplandı. Bunlara ilaveten, İstanbul tersanelerinde çalışan kaynakçı ve boru ustaları yüksek ücretlerle Batman’a geldiler.” Rafineri inşaat çalışmalarına katılmak üzere, Batman’a tayinim çıktı. RMPC şirket, tüm  karargahını  Batman’a  kurmuştu. Masraflı ve zaman kaybı oluyor diye  hükümete yapılan ikazlar üzerine, RPMC  merkezini bir süre sonra  Ankara’dan  Batman’a taşımıştı. İnşaat hızla devam ediyordu. ..Bir süre sonra inşaat bitti ve rafineri tecrübe mahiyetinde çalışmaya başladı.”   Rasim DEMİR
*Fuel-Oil  O Zamanlar Pek Bilinmiyordu
 “1950 yılına kadar, Türkiye’de fuel-oil diye bir yakıt tanınmıyordu.  MTA ürettiği petrolü değerlendirmek için Batman’da ilkel bir rafineri kurdu (Pilot Rafineri) .  Burada üretilen fuel-oil Devlet Demir Yolları’ na tanıtılmaya çalışıldı.  Uzun denemelerden sonra DDY, Güneydoğudaki lokomotiflerde kömür yerine fuel-oil kullanmaya başladı.  Daha sonra ülke çapında kömür yerine, fuel-oil kullanımı  gittikçe arttı.  Ve bir çok kömür ocağı bu yüzden kapanmak zorunda kaldı. .”  Nevzat Yıldırım,
 “ O sıralarda ilk defa petrol kanunu çıkıyor, o toplantılara katılıyorduk. Fuel-Oil yapacağız, fiyatı 50 lira olacak ama tonda 50 lira  da yol vergisi var, imkanı yok satamayız. Oturduk, yasaya ilave bir madde yazdık, fuel oil’i  tanımladık; ‘şu özellikteki ağır yakıtlar yol vergisinden muaftır.’ diye madde ekleyip, Maliye’yi de   ikna edip yasa çıkardık. O sıralarda  İstanbul’daki gemilerin bazıları 5 numara  fuel-oil yakıyorlardı. Onun dışında fuel-oil pek bilinmiyordu. Biz ise fabrikalar, lokomotifler ve gemilere kömür yerine kullandıramazsak ürünümüzün yarısından fazlasını satamama durumuna düşecektik. Demiryolları’nda kullanılıyordu, kömür yerine. Trenlerde kazanlara brulör tesisatı yapldı ve trenler ham petrol yakmaya başladılar. Raman petrolü ağır olduğu için doğrudan kullanılabiliyordu. Ya da rafinerinin iki kazanından artan bakiyeyi - ki %75 –80’i dir- onu veriyorlardı. Bir kısmı da açık havuza dökülüyordu. Sonra yeni tesislerde şartnameye uygun fueloil üretildi ve örneğin Diyarbakır İçki Fabrikasına ve diğer tesislere kazan yakıtı olarak sattık. Sonradan İpraş da aynı muşgülü yaşadı.  Bazı çimento fabrikalarını kömürden fuel-oile çevirdik, onları finanse ettik. Tanklarını, brülör sistemlerini kurduk, bunların tesislerini tadil ettik. Böylece fuel-oil’in ziyan olmamasına çalıştık.”    Hasan Göker
* “Bir İklim Faciası İdi”
“Rafineriler dizayn edilirken, kurulacağı yerin  son 5-10 yıllık meteoroloji raporları gözden geçirilir. Batman Rafinerisi için de  bu işlem yapılmış. Ancak, o yıl öyle bir soğuk olmuştu ki; son 15 yıldır böyle bir soğuk görülmemiş. Rafineride,  her şey açıkta ve  ortalama - 15 dereceye göre dizayn edilmiş. Ama öyle bir soğuk geldi ki :  hava  –25’e düştüğü zaman  ‘Hava ısındı’ diyorduk. Her yerde istim bağlantıları hortumları var. Bir yerde donma olduğunda istimi açıp, donan yeri  ısıtırsınız, açılır. Ama öyle olmuyor. İstim’i tutuyorsun, yoğunlaşıyor, yere düşünce buz oluyor.
Hava -38,  izolasyon var ama yetmiyor. Asfaltlar çift gömleklidir. Çift boru içinden buhar geçer, ona rağmen asfaltlar dondu. Benzin, -25 derecede donmaz –50 derecedir donması, ama içine su alıyor, pelte gibi oldu. Çaresizlik içindeydik. Rafineriyi akar vaziyette tutacaksın, aksi halde durduğu an donar kalırdı. Böylece 2 gün canımız çıktı, sonra yavaş, yavaş düzelttik. Asfalt hatlarının dışında buhar gömleği var, onun dışında da amyantlı izolasyon tabakası var. Ama benzin hatları, gazyağı ve motorin hatları çıplak, motorin -15 de donar.  –35 de motorin de dondu tabiiki. İzalasyon  bir ekonomik tercih meselesidir. Bunda bir ihmal yok ama,  yaşananlar bir iklim faciası idi.”   Hasan Göker
PETROL YASASI HAZIRLANIYOR
Petrol Yasası  hazırlanırken,   baştan sona büyük emeği geçen Necdet Egeran anlatıyor : “Rahmetli büyüğümüz Cevat Eyüp Tasman, bizim baş petrol müşavirimizdi. Kendisini aldım, beraber oturduk, mevzuu inceledik ve neticede dedik ki;  bu imtiyaz şekline girmek doğru değildir. Bunu kanuni bir şekilde, yani Maden Kanunu nasılsa, ona paralel bir petrol kanunu ile bu işi halledelim neticesine vardık. Ve bunu Bakanlığa intikal ettirdim. Bakanlıkta da o zamanlar müsteşar olan Kemalettin Apak’la çok yakınlığım, dolayısıyla devamlı temas imkanımız vardı. Bakan da sayın Sıtkı Yırcalı idi. Bakan beyin kendilerine anlattım. Dediler ki ; “ Madem ki bunu kanun yapma imkanı var. O zaman bir kanun hazırlama, yapma  gayreti içinde olalım.”  Biz, ilkten kendimiz yaparız zannettik. Ve, petrol kanunu Maden Kanunu’na paralel olacağına göre Maden Dairesi Müşaviri Safi Teziç arkadaşımızı rica ettim, beraber çalışmamız için. Onunla beraber, Hukuk Fakültesi profesörlerinden Muvaffak Akbay’ı da rica ettim.  Prof. M. Akbay, S. Teziç, ben ve Cevap Eyüp Taşman, bir tasarı hazırlamaya çalıştık. Bir iki ay içinde bunu hallettik. Kendimiz çok acele birşeyler yaptık. Çünkü acele birşeyler isteniyordu. Ama gördük ki ; böyle bir kanunla yabancı şirketlerin Türkiye’ye celbi (gelmesi) imkanı yok. Çünkü onlarla temas etmek, onların istediklerini bilmek, ona göre hazırlıklar  yapmak lazım. Bunun için, yabancı bir mütehassısın bu iş üzerinde çalışması gerekir, dedik. Tornberg’i de imtiyaz üzerinde durduğu için istemediğimize göre, başkalarını isteyelim diye düşündük. Tam o esnada İsrail Devletinin bir petrol kanunu çıkarttığını duydum. Bu enteresandır. Burada acaba kim çalıştı? Kimin eliyle bu kanunu hazırlattılar diye düşündüm. Tahkik ettim. Neticede anlaşıldı ki; ABD’nin petrol dairesi reisliğini uzun süre yapmış , petrol jeoloğu olan ve aynı zamanda hukukçu olan Max Ball, bu işi hazırlamış. Enteresan dedik, hem jeolog hem hukukçu ve hem de uzun seneler ABD’de petrol dairesi reisliği yapmış, bu işi bilen bir adam. Kendisi hakkında tahkikat yapılması için, Bakanlığa bildirdim. Bakanlık da, Dışişleri Bakanlığı yoluyla, acele bir tahkikat yaptılar. ‘Olabilir, enteresan bir tip’ dediler ve kendisini Ankara’ya davet ettik.
Max Ball Ankara’ya geldi. Hakikaten çok muntazam, çok ciddi, çok bilgili ve çok sempatik bir insan intibası bıraktı bizde. Biz de olabilir dedik, angajmana girdik. Ekibimizi kurmamız lazım. Max Ball dedi ki; “Evet ben bu işi yaparım. Fakat, tabiki sizinle beraber yapmam lazım. Memleket şartlarını bilen sizsiniz. Teknik konularda bize yardımcı olacaksınız. Beraber yapacağız. Ayrıca da ben mali kısımları bilmiyorum. Benim eksiğim de bu. Müsaade ederseniz, mali konularda uzman başka bir maliyeci-hukukçu ABD’liyi angaje edeceğim” dedi. Biz de, tamam dedik. Bana da, Maliye Bakanlığında Kambiyo müdürlerinden Kemal bey isimli bir zatı müşavir olarak verdiler. Sonuçta, ekibi kurmuş olduk. Ben, Maliyeden Kemal bey, Max Ball ve yanındaki maliyeci-hukukçu Bossert  ismindeki bir Amerikalı.  Çok daha sonraları,  Petrol Nizannamesi yapılırken Kemal bey maliyedeki görevinden ayrılmıştı. Yerine müşavir olarak Cahit Kayra geldi.  Cahit Kayra daha sonra Enerji Bakanı oldu.
İşe başladık. Bu işe 1953 sonbaharında başladık,1954’ün baharında tasarı hazır halde ortaya çıktı.
Bir iki kelimeyle arzetmekte fayda görüyorum. Çünkü Nizamname’yi yaparken artık Max Ball; “Ben oraya gelmeyeceğim” dedi. “Siz buraya (ABD) gelin burada yapalım, çünkü benim Türkiye’de olmam daha pahalıya mal oluyor. Buradan da işlerimin yoğunluğu nedeniyle fazla ayrılamıyorum.” demişti. Beni gönderirken, ‘ ne kadar sürerse sürsün bunu tamamlayın öyle gelin’ dediler. Daha da uzun sürebilirdi ama, bir ay dolmadan 20-22 gün içerisinde Nizamname hazırdı. Nizamnameyi yaparken şöyle çalışma tertibi yapmıştım: Sabah 8’de Max Ball ve  Bossert’le  berabe rçalışmaya başlıyorduk. Öğleyin ancak birer sandviç yiyerek, akşam saat 20.00’de bırakıyorduk. Ondan sonra ben otele gidiyordum . Otelde o gün yapılan bütün mesaiyi Türkçeye tercüme ediyordum. Sebebi şu; Metinler Türkçeye çevrildiği zaman, aksaklıkları ortaya çıkıyordu. Ertesi sabah evvela onları düzeltip ondan sonra devam ediyorduk. Böyle, pazarlar hariç, 20-22 gün devam etti. Max Ball  ayrılırken (o, o zaman 69 yaşında ben de 47 yaşımdayım) “Doktor Egeran, sizin bu konsantrasyon kabiliyetinize hayran oldum. Ama beni ihtiyarlattınız. Ben zannederim ki bundan sonra fazla yaşayamam” dedi. Nitekim öyle oldu. Çok çalışmasıyla maalesef bir süre sonra kendisini kaybettik. Max Ball ülkemize  çok faydalı olmuştur. Kendisine verdiğimiz paralar boşa gitmemiştir.”  Söylendiğine göre ; o zamanlar uluslararası bir şöhrete sahip olan ve her yerden davet alan Max Ball’a devlet  her gün için  500 ABD Doları  ödüyormuş.
Egeran  devam ediyor : “Mecliste yeni kanun görüşülürken sorulan bütün sorulara yanıt verdik. Zaten Max Ball ayrılırken “Ben burada durmayayım, siz zaten yapılan bütün işleri, bütün detayları iyi biliyorsunuz. Siz herşeyi cevaplayabilirsiniz , binaaleyh bana ihtiyacınız yok.” demişti. Hakikaten ona ihtiyaç duymadan bütün malumatı vererek kanunlaştırmayı çok çabuk yapabildik.”
TÜRKİYE PETROLLERİ KURULUYOR
Genel Müdürlerimizden Rıfat Bayazıt anlatıyor : “Petrol Kanunu çıkınca,ve bu  kanun rejimi benimsenince, Türkiye’ye gelecek yabancı petrol şirketleri, o ileri teknolojiyle, ileri finansman gücüyle aramalar yapacak, petrolü derhal bulacak ve Türkiye enerji sınıntısından kurtulacaktı. Tabiki bunun böyle olmayacağı belliydi. Petrol Kanunu’na göre; petrol ameliyatı yapabilmek için özel bir şirket statüsünde olmak lazımdı. MTA bu hüviyette değildi, dolayısıyla MTA’nın yürütmekte olduğu petrol işlerini devralacak bir şirkete ihtiyaç vardı. Hemen Petrol Kanunu’nun arkasından, Türkiye Petrolleri Kuruluş Kanunu çıkarıldı ve Türkiye Petrolleri kuruldu. Diğer bir gerekçe de Türkiye Petrolleri, yabancı şirketlerle rekabet içinde çalışacak ve bu şekilde çalışmakla, milli menfaatleri daha iyi bir şekilde korumaya yardımcı olacaktı.
Türkiye Petrolleri kurulur kurulmaz, MTA’nın elindeki iki petrol sahasının, Raman ve Garzanın,  elindeki sondaj makinalarını (sanırım 4 adetti ve eskiydi) ile inşa ve montaj halindeki 1 milyon ton kapasiteli modern Batman Rafinerisi’ni, sosyal tesislerini, yardımcı servislerini ve en önemlisi de MTA’nın Batman Bölgesinde çalışmakta olan elemanlarını ki; bunlar petrol mühendisleri, jeofarati jeologlarını, teknisyen, usta, ustabaşı, kalifiye işçi olmak üzere yüzlerce kişiyi devraldı. İşte o devralınanlar arasında bir tanesi de bendenizdim.  İlk görevim Petrol Üretim Servis Şefi ve Baş Mühendisi idi. Muavinim Selahattin Malkoç’tu Sicil numaram 20 idi. Türkiye Petrolleri işte böyle kuruldu ve iyi bir çalışma sistemi kurarak derhal işe koyuldu.”
Türkiye Petrolleri, ilk bir iki sene içerisinde teşkilatlanma, derlenip toparlanma  içerisindeydi ve şunu iftiharla söylemek isterim ki; Batman’daki çok kalifiye ve tecrübeli elemanları sayesinde hiçbir sıkıntıya düşmeyerek  işleri yürütmeye başladı. Bir iki sene sonra, sondajda Türkiye Petrolleri’nin işleri hızlanmaya başladı.  Bu nasıl oldu deyince, ilk olarak aramaların hızı ve hacmi çoğaldı, üretim yavaş yavaş artmaya başladı. “
Necdet Egeran anlatıyor ; “TPAO nasıl kuruldu bir iki şey söylemek istiyorum. Çünkü kurulurken içinde bulundum; gayretlerim oldu.
Yıl 1953. Ben, MTA’da Petrol Grubu Müdürüyüm. Türkiye’deki petrol aramaları, sondajları, petrol sahası olarak bulunmuş olan Raman sahasının geliştirilmesi, işletme hazırlıkları, petrolün nakil meseleleri, tasfiye meselesi üzerinde gayretlerimiz var. Grup olarak, yani, Türkiye’de devlet eliyle çalıştırılması gayret edilen petrol sanayi, MTA bünyesinde benim grubumda toplanmış durumda. Dolayısıyla,  bir nevi TPAO’nun anası durumundayız. Birçok meslektaşlarımla, çok değerli arkadaşlarımla ve sevdiğim insanlarla beraberiz ve beraber çalışıyoruz. Birçok da başarılarımız var, bununla iftihar ediyor ve memnun oluyoruz. Ama görüyoruz ki, bütün bu gayretlerimiz , söyleyeceğim şu üç şeyden dolayı, pek öyle parlak neticeler verecek durumda değil.
Yatırım için lüzumlu para yok, pek az,
Alet-adevat, makine ve teçhizat mahdut (sınırlı),
Yetişmiş personel parmakla sayılacak kadar az.
Yani ne demektir; para yok, malzeme yok, personel yok.” Produktivite (üretim) yok, demek. Produktivite olması için para olacak, malzeme olacak ve personel olacak. Bu halde ne olur, nasıl olur diye düşünürken, devletimiz de tabiki bundan haberdar. O zaman yeni bir politika üretiyorlar. Bu politika, petrol sanayiinin özelleştirilmesi politikası oluyor. Ve bunu da grup müdürü olarak bana iletiyorlar.  Diyorlar ki; devletimiz böyle bir politika ortaya koymuştur , siz vazife olarak bu petrol sanayiinin özelleştirilmesini, ne şekilde yapılması gerekiyorsa o şekilde yapmalısınız. Bu direktifi aldıktan sonra durumu şöyle bir inceledim. O sırada Türkiye’deki muhtelif yerleri dolaşarak, ekonomik durumumuzu tahlil ederek , büyük tenkitler yaparak hatta bir kitap yazarak, Thornberg isminde bir Amerikalı bir zat dolaşıyor memlekette. Ve onun tavsiyesi, devamlı olarak üzerinde durduğu, Türkiye’deki petrol işinin Bahreyn’deki gibi imtiyaz halindeki bir şirkete veya birkaç şirkete verilmesi tavsiyesi idi. Bunları açıklıyorum. Çünkü pek yazılı değil bunlar. Arkadaşlarım Thornberg’ü hatırlarlar. Thornberg çok sempatik, çok girişken bir zattı ve hatta hakikaten Bahreyn’deki imtiyazı da o hazırlamıştı. Anlaşılan, Türkiye’de de bu imtiyazı onun hazırlaması düşünülüyordu.
. Petrol Kanunu ortaya çıktı. Petrol Kanunu yapılırken Türkiye’de bizim Gruba bağlı olan petrol aramaları ,petrol sahasının geliştirilmesi, işletmeye hazırlanması vesairesi var. Bunların bir kuruluşa devredilmesi lazım.  Hususi teşebbüs dendiği için Türkiye Petrolleri’nin bir anonim şirket olarak kurulmasını tavsiye ettik ve Türkiye Petrolleri A.O  böyle doğdu. Onun içindir ki ben kendimi daima şöyle hissederim: Türkiye Petrolleri’nin kurucularından hissederim. Yalnız onunla değil, MTA’dan bu sahaları ve petrol faaliyetlerini TPAO’ya devrederken, devir raporunu da bana hazırlattıkları için öyle hissederim. Ve bundan da iftihar ediyorum. Çünkü çok büyük bir müessese, çok mükemmel gelişmiş....”
..Şimdi Petrol Kanunu çıktı. Petrol Kanunu iki şey ortaya koyuyor: Birisi TPAO, diğeri
Petrol Dairesi. Türkiye Petrollerine, Kemalettin Apak sahip çıktı. Kendisi İdare Heyeti Başkanı oldu. Ve yanında bir cemiyette beraber olduğu ve beraber çalıştığı birkaç arkadaşını aldı. İsimlerini hatırlayabildiğim kadarıyla bunlar Necmettin Sahir Sılan, Muhittin Osman Omay gibi bir takım isimler var. Onlarla bir grup teşkil etti. Bu tarafta da bu Kanunu yürütecek,  yönetecek olan Petrol Dairesi kuruldu. Petrol Dairesi daha sonra Petrol İşleri Genel Müdürlüğü oldu. Petrol Dairesi’ne de eskiden şirketler halinde imtiyazlar verilmiş olan Nafia’ya bağlı elektrik şirketleri, demiryolları vs gibi şirketlerin idaresini yapmakta olan Emin İplikçi’yi, bu işin başına koydular. Beni de, bu işte teknik ve diğer konularda katkım olduğu için Emin İplikçi’ye yardımcı verdiler...”
Vekaleten ilk Batman Bölge Müdürümüz olan Abdurrahman Durukal anlatıyor:
 “TPAO kurulduktan  sonra, MTA’nın petrol ve rafineri ile ilgili malını, mülkünü, bütün mevcut eşyalarını, malzemesini ve personelini TPAO’ya devretmek konusu gündeme geldi. Malzemenin devri konusunda , TPAO ve MTA’ dan, üçer kişilik komisyon kuruldu. Bunların her ikisinin de başkanı ben oldum. Yani ben hem devredenin (MTA) hem de devr alanın (TPAO) komisyon başkanıydım. Bir cebimden alıp, diğer cebime koyacağım. Komisyon olarak aylarca çalıştık. Raman’da, Batman’da  başka yerlerde “ne var-ne yok” hepsini saydık. Bardaktan, battaniye ve kuleye    kadar. Bunlar, TPAO’ ya devredildi. Devir işlemleri sürerken, bir gün TPAO’dan  muhasebe müdürü  Gani Nazaran ve MTA dan da muhasebe müdürü Süleyman Oktay bey gelmişti, Gani ingilizce bilmezdi. Oktay bey bana ingilizce olarak, “how much?” diye başlayan, bu mal kaç para eder diye bir soru  sordu. Saçma bir soruydu. Gani buna güldü, “Türkçe sorsana, “ how much”  deyince ben de anladım.” dedi.  Sanki devredilecek malzemeleri  istediğimiz şekilde fiyatlandırıyormuşuz gibi bir hava esti. Devir işini hallettik ama, sonunda, benim komisyon aldığımı diyenler bile olmuş. TPAO’ ya iltimas geçmişim  güya. Türkiye Petrollerinde şahıs hisseleri de vardı; ben sözüm ona MTA ya kötülük etmiş,  devletin malını ucuza vermişim. Tahkikat açtılar, ama bir şey çıkmadı.
Personel  olarak TPAO, MTA’dan istediği personelini alabilirdi. İstemedikleri personel  MTA’da kalacaktı. Biz, TPAO olarak  bütün kamp (Raman ve diğerleri) personelini, sondaj personelini, bunların hepsini devr aldık. Bazıları TPAO’ya geçmek istemedi, bazılarını da biz kabul etmedik. Ben,  TPAO’nun ilk  bölge müdürü  oldum  .”                                                         
26.2.1955 tarihinde ilk defa toplanan  TPAO İdare Meclisi Tutanaklarından: “07 Mart 1954 Tarihinde 6326 Sayılı Yasa ile TBMM ‘de kabul edilen  ve aynı tarihte çıkan  6327  Sayılı Yasa ile “Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı”(TPAO)kurulmuştur.MTA Enstitüsü’nün ilgili birimleri yeni kurulmuş bulunan Ortaklığımıza  aktarılmıştır.
Şirketimizin iştigal mevzuunu 6327 Sayılı Kanun tayin etmiş bulunmaktadır.  Gerek bu kanun metninin, gerekse kanunun mucip sebepler layihasının ve nihayet Ortaklığımızın kuruluşundaki esprinin ışığı altında deruhte edilen  vazifenin memleket ölçüsündeki ehemmiyeti aşikardır. Türkiye’de Petrol sanayiinin işletilmesi ve yürütülmesi bakımından milli bir şirket vasfı ile ilk defa ele alınan bu işin  ne kadar  önemli ve şumullü olduğunu ve bilhassa mevzuun  ilerideki  inkişafı bakımından daimi bir hamle  istediğini takdir eden İdare Meclisimiz dünya petrocülüğü  muvacehesindeki bugünkü mütevazi ölcüsüne rağmen, bu ilk teşebbüsün ,yalnız  kendi çapında  muvaffak  olmasını değil , önümüzdeki  senelerde daha geniş  ihtiyaçlara  hitap edebilecek tarzda gelişmesini, vazifelerinin başında  telakki  ettiğini  bilhassa  kaydetmek ister.”  
*Ücret Skalası
“ 1954 de Şehap Birgi  bey,  Rafineri Tesis Grup Başkanıydı. 14-15 kişilik bir gurup, TPAO’nun kuruluş yasası ve hazırlıklarını yapıyor, bir yandan da rafinerinin kuruluş çalışmalarını yürütüyordu. Bir gün beni çağırdı, “Sen Amerika’dan yeni geldin, kurulmakta olan şirketin ücret sistemini sen hazırla.” diyerek görevi bana verdi. Kimse bunu tahmin etmediğinden gizlilik içinde süratle ve rahatça çalışabildim.  O sırada Devlet Karayolları para ve teşkilat yönünden en ilerici gruptu. Onların teşkilat yapısını ve Mobil’in skalalarını inceledik, çeşitli görevleri kapsayacak şekilde  skalaları hazırlayıp ücretlendirdim.
O sırada scalada en yüksek ücreti ayda 750 lira ile Şehap bey alıyordu. Ben, tetkik ettiğim kurumları kıyaslayarak yüksek mühendislere 1300 lira koydum. Skalada 10 düşey kademe vardı ve görevler, tahsil, deneyim ve sorumluluk derecelerine göre  yerleştirildi. Yatay kademeler ise, 12 basamak olup liyakat zamları için kullanılacaktı. Genel müdüre 2500 lira maaş ve 500 lira da makam tazminatı koydum. Şahap bey bunu görünce, “Aman kimse görmesin.” dedi. Çünkü herkes o göreve aday. Bunlardan biri de Celal  İmre. Celal İmre’nin siyasilerle  arası iyi ama Şehap beyi Cumhurbaşkanı Celal Bayar tutuyor. Skala işini gizli tuttuk. Genel Müdürün sekreteri skalanın tapajını yaptı. Aradan 15 yıl geçtikten sonra baktım, hala o skalalar kullanılıyor. Gerçekçi bir skalaymış demek ki.”  Hasan Göker
SİTE KURULUYOR
31.Mart.1956 tarihli  “ 1955 Hesap Yılı, Hissedarlar 2.nci Adi Umumi Heyet Toplantısı” tutanaklarından: “Batman ve Raman’da çalışan memur ve işcilerimizle ailelerinin en zaruri ihtiyaçlarını ve sosyal hayatlarının icaplarını temin ve tanzim ve bir mahrumiyet bölgesinin yıpratıcı şartlarından imkan nisbetinde kendilerini kurtarmak gayesi ile kurulan site: 2 adet işci apt., 12 usta apt., 4 ustabaşı  apt., 9 ad. küçük tip memur apt., 5 ad. büyük tip memur apt., 6 ad. müstakil memur evi, 1 ad. Ekonoma, 1  fırın, 1 mezbaha ve buz imalathanesi, 2  trafo merkezi, 1 misafirhane, 1 hastane, 1 ilkokul binası, 1 orta-okul binası, 1 su deposu  ile elektrik ve kanalizasyon şebekelerinden ibaret olup, hepsinin inşaatı tamamlanmış ve orada daha evvelden vücuda getirilmiş olan diğer sosyal tesislere ilave edilmiş bulunmaktadır.”
Bayan Bayazıt anlatıyor :“ Batman’a ilk gittiğimde sukutü hayale uğradım. Çok daha konforlu bir ev bekliyordum. Evde bir somya, bir tahta masa ve birkaç sandalye vardı. Evlerde  soğutucu vardı. Bu soğutucu  öyle büyüktü ki, balkonu olduğu gibi kaplamıştı ve balkonu kullanamıyordunuz. Çalışırken çok gürültü çıkarırdı. Evlerimizi gaz sobasıyla ısıtırdık.
Sitedeki kadınlar, misafirhanede veya evlerde toplanır sohbet ve çay günleri yaparlardı. Briç yeni öğreniliyordu ve kadınlar arasında briç oynayanlar vardı. Haftanın 2 gecesi eğlence olurdu. Başlarda plak çalarak idare ederken, 1960’dan sonra devamlı bir orkestramız oldu. Her Cumartesi-Pazar  akşamları orkestra eşliğinde eğlence vardı.
İnsanlar arasında çok güzel bir kaynaşma vardı. Bunun bir sebebi, hepimizin aynı yaşlarda ve aynı seviyede insanlar  olmamızdı ve hepimiz gurbette aynı pota içindeydik. Haftada 3 gece sinemaya giderdik. En büyük sıkıntımız, sebze ve meyve idi. Bunlar bulunmuyordu. Ekonoma diye bir marketimiz vardı. Dışarıya gidenlere  meyva ve sebze ısmarlardık. Balığı kırk yılda bir yerdik. İstanbul veya Adana’dan gelen şirket  kamyonları bazen  balık getirirlerdi. Gelen balık hemen kapışılırdı. Kaldığımız sürece bu tür  yiyecek  sıkıntısını çektik.” Bn. Bayazıt
İLUH KÖYÜ-BATMAN İSTASYONU YAVAŞ YAVAŞ GELİŞİYOR
“Batman İstasyonu’ndan  Batman Şehrine..”
Hasan Hüseyin Ural anlatıyor. “Batman İstasyonunun adı İluh İstasyonuydu ve Batman’da sadece 13 tane ev vardı. 7’si kerpiç, 6’sı da mağara olarak toprağa kazılmıştı. Bir de istasyon binası vardı. Enterasan olan evlerde kapı ve pencere yoktu. Sadece perde asılıydı. Elektrik de yoktu. İstasyonun arkasında, duvarları olmayan, direkler üzerine kurulmuş, üzeri sazlarla örtülü bir lokanta vardı. Bir kebap ocağı bulunuyordu. Trenden inenler orada mutlaka yemek yerlerdi. Sonra köylüler köylerine gider MTA’nın elemanları da gönderilen arabalara biner, kamplarına  giderlerdi.”
Teknik personel, Raman, Garzan ve Reşan Kamplarında yaşıyordu. Pek sıkıntıları olmamasına rağmen,  rafinerinin hızla yükselmesi, tren istasyonunun Batman’da olması  ayrıca, ilkel dahi olsa, bir kaç dükkan gibi yerlerin açılması, köylülerin süt, yumurta, sebze ve meyve pazarlarını burada açmaya başlamaları orayı  yavaş yavaş bir  merkez  haline getiriyordu. Posta hizmetleri dahil, her türlü ihtiyaç için eskiden Beşiri’ye gidilirken artık Batman’a gidiliyordu. Bu arada site lojmanları inşaatı hızla devam ediyordu. En önce ‘eski,1 no.lu’ misafirhane yapılmıştı.
“Mahkeme  tek bir odaydı, davaların hepsi aynı yerde görülürdü.Başında da 1 tane adam var o da hakimdi. İlçe yeni kuruluyordu zaten. Batman’ın ilk adliye sarayı kerpiçten duvarlı tek bir odaydı. “ Selahattin Özkan 
“Batman’da bir yol  üzerinde sağlı-sollu  toplam  14 adet  dükkan vardı, 15 yoktu. Hepsi de derme çatma ‘dükkanımtırak’ şeylerdi. Yolun ucunda tek bir  lokanta vardı. Zaman zaman oraya giderdik.”  Necdet Aksan
İLK BİNAMIZ  “İŞTAŞ HAN”
Planlama ve Koordinasyon Grubu Başkanı olarak emekli olan Ayhan Alp anlatıyor ;“1955 yılında işe girdiğimde, TPAO, Kızılay’da İŞTAŞ binasında idi. Alt katında kapalı çarşı vardı. İki katı bize ayrılmıştı. Şirket çok hızlı geliştiği için, alttaki kapalı çarşının bir kısmını  kiraladı. Daha sonra bu bina da yetmemeye başladı. Yer aranmaya başlandı. Sakarya Caddesinde, İnkilap Sokakta, 9 katlı ERSAN Han 5. katından itibaren kiralandı. Şirket oraya taşındı. O kadar hızlı büyüyorduk ki, yeni yer arayışları başladı. Aynı sokakta ek olarak, TAŞHAN binası kiralandı ve alt katı tamir atelyesi oldu.”  
 Nejdet Aksan anlatıyor: “ İştaş Han, Kızılay’da şimdiki Milli Piyango binasından İzmir Caddesine doğru giderken sağda kalırdı. Bina yıkıldı. Şu anda İş Bankası binası oldu sanırım. Aslında bu bina ikinci binadır. İlk binamız, MTA dan ayrıldığımız zaman , Akköprü’de MTA ‘ya yakın , bir otel odası idi. Daha sonra buraya taşınıldı.”          
İSTANBUL RAFİNERİSİ ( İPRAŞ ) KURULUYOR.
Türkiye’nin ilk rafineri mühendislerinden biri olan, Batman ve İPRAŞ Rafineleri Müdürlüğünü yapan Hasan Göker  anlatıyor : “1959 yılında 330 000 ton/yıl kapasiteli Batman Rafinerisi 1960 yılında rafineri personelinin gayretleriyle çoğunlukla yerli malzeme ve işçilik kullanarak, 500 000 ton/yıl kapasiteye çıkarılmıştı. Türkiye’nin yegane petrol rafinerisi olup, ülkenin petrol ürün ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı.
Mersin’de Mobil-BP ve Caltex şirketlerinin ortaklığıyle ATAŞ Rafinerisi kurma hazırlıkları başlamıştı. Ülkenin en büyük pazarı olan İstanbul yöresinin akaryakıt ihtiyaçlarını karşılamak üzere İstanbul civarında yılda bir milyon ton kapasiteli bir petrol rafinerisi kurmak üzere, TPAO Genel Müdürlüğü teşebbüse geçmiş ve Batman Rafinerisini inşa eden Ralph M.Parsons firmasından inşaat kredisi, ham petrol ikmali, ham petrolün taşınması ve 3 yıl sürecek inşaatın yapılmasını sağlıyacak 10 yıl süreli bir anlaşma yapılması için çalışmaları başlatmıştı.”
“Neden Mersin’i şeçtiler, hayret ettim.”
İlk Genel Müdürümüz Şehap E. Birgi anlatıyor : “ 1959 yılı başlarında Mobil, Shell ve BP şirketlerinin Mersin’de ortaklaşa bir petrol rafinerisi kurmaya teşebbüs ettiklerini öğrendim. Evvela hayret ettim : Memleketin  petrol tüketim merkezi Marmara Bölgesi olduğu halde “Neden Mersin’i seçtiler?” diye. Sonra  seneler önce beni ziyaret eden Mobil başkanının ziyaretini hatırladım. Rafineriyi Mersin’e kurmakla o geniş bölgenin petrol ihtiyacını karşılayacaklar ve aynı zamanda bizim Batman bölgemizi, ileride münferit ve ufak bir merkez halinde kalmaya mahkum edecekler.”
İhsan Topaloğlu anlatıyor : “İlk Petrol Yasasında “yabancı menşeyli petrol ameliyatı” ile ilgili bölüm yoktu. Sonradan eklendi ve rafinerilerin kurulması sağlandı. Daha Türkiye’de yeterince petrol bulunamadığı için yasa daha sonra değiştirilmiştir.
İthal petrolle rafineri kurma olanağı sağlanıyor. Hukukçular “ mefhumu muhalifinden” derler. Yani yerli ham petrolün üretilmesini engellemeyecek şekilde petrol ithali gerekiyor. Rafinerilerin ithal petrol ile çalışması, yerli üretimi önlememeli yani .
“...Petrol  dağıtımını yapmaktan sorumlu Petrol Ofisi, 1940’ta Ticaret Bakanlığına bağlı olarak kurulmuş, Amerikan petrol şirketi Caltex ile anlaşmış, Caltex’in ürünlerini satıyordu. 1958’ de 4 büyük petrol şirketi Mobil, Shell, BP ve Caltex, ATAŞ Rafinerisinin kurulması için hükümete girişimde bulunuyorlar. İPRAŞ kurulmak istenince , Caltex, Petrol Ofisi elinden çıkar kaygısıyla 1959’da ATAŞ’taki ortaklarından ayrılıp, TPAO ile İPRAŞ Rafinerisi’nin kurulması için anlaşma sağlıyor.”
“ Petrolcünün Bağımsızlık Ateşi, Kigem, s-37,44”
 “ Tecrübesiz Gençler “ ve  “ Bu rakamları  nereden buldunuz ? “
Hasan Göker anlatıyor: “TPAO merkez Rafineri İşleri Müdürü Hayrettin Bezmen ve Batman Rafineri’si Müdürü olarak ben, Parsons teklifini Ankara’da değerlendirmeye başladık. Parsons’un teklifi, 32 milyon dolar tutuyor ve ayrıca bazı açık kapıları da içinde bulunduruyordu.
Boru ve enstrüman şemalarına varıncaya kadar, gerekli proses ünitelerini, iskele ve dolum tesisleriyle yardımcı tesisleri, demir ve kara yolu bağlantılarını da içine alacak şekilde yaptığım maliyet, tahmini 26 milyon doları buluyordu.
Parsons bizim ‘tecrübesiz gençler’ olduğumuzu ve tahminlerimizin yanlış olduğunu ileri sürüyordu. Konuyla Başbakan Adnan Menderes de yakından ilgileniyordu. Genel Müdür Şehap Birgi beyle birlikte bizi, o sıralarda Merkez Bankası salonunda toplanmakta olan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’den oluşan üçlü İktisadi Kurul’a çağırdılar. Kurul’a hesaplarımızın dayanaklarını izah ettik, bizi dikkatle dinleyip not aldılar.
O sıralarda, Batman Rafinerisi’nde Birleşmiş Milletler müşaviri olan ve emekli olmadan önce Texaco Şirketine ait Port Arthur  Rafinerisi’nin üst düzey yöneticiliğini yapmış olan ve bilahare 1960 yılında Batman’da kalp krizinden ölen P.T.Williams vasıtasıyla, TPAO’nun İstanbul civarında bir rafineri kuracağını öğrenen Caltex (Texaco ve Standard of California şirketlerinin Amerika dışındaki işletmelerini yönetmek için %50-%50 iştirakle kurulmuş ortaklık) şirketi de projeyle ilgilendi ve görüşmelerde bulunmak üzere üst düzey teknik, hukuki, mali ve pazarlama yöneticilerini Ankara’ya gönderdi.
Ben o arada Batman’daki görevime dönmüştüm. Heyetteki teknik ve idari yöneticiler Batman’ı görmek ve benimle görüşmek üzere 1959 Ekim başlarında Batman’a geldiler. Caltex’in mühendislik bölümü başkanı Bill Tucker odama geldi, içeri buyur ettim. Masamın tam  karşısındaki koltuğa oturarak, maliyet tahminlerini nasıl yaptığım hakkında ve maliyet tahminleri hakkında sorular sormaya başladı . Tesisin FAS malzeme tutarı için ne kullandığımız; örneğin %40, proje ve inşaat için,  %25 nakliye ve sigorta, üniteler ve yardımcı tesisler işleri  için kullandığım oranları söyledim. Bunları dinlerken kafasını sallıyor ve hafiften gülümsüyordu. Bu sırada yüzüne daha dikkatli baktım ve şahsı tanıdım.  “Ben bu tahminleri yaparken Tulsa Üniversitesi Petrol Rafineri Mühendisliği bölüm başkanı hocamız W.Nelson’un “Costimating” (Maliyet Hesabı) tablolarından ve sizin Petroleum Refining Dergisinde” bir müddet evvel yayınladığınız “Refinery Construction Costs-Rafineri İnşaat  Maliyet Hesapları” başlıklı makalenizdeki tablolardan yararlanarak yaptım.” dedim. Gülümseyerek teşekkür etti ve ayrıldı.
Bil Tucker ve beraberindeki heyet, NewYork’a döner dönmez, fiyat pazarlıklarını daha fazla uzatmaya lüzum görmeden tekliflerini hazırladılar ve “anahtar teslimi” olarak ve bizim rakamımızdan da 350 bin dolar daha düşerek, rafineriyi 25.650.000 dolara, 2 yılda inşa etmeyi taahhüt ettiler.
Caltex, Ataş gurubundan çekildi ve TPAO ile %51-%49 hisse oranıyla, 1959 yılı sonunda, on yıl süreli kredi, hampetrol temini, inşaat ve nakliye gibi konuları içeren bir dizi  anlaşma  imzaladı.
Rafineri  İçin Yer Seçiliyor
Rafinerinin inşaa edileceği yerin İstanbul’a yakın olması, süper tankerlerin – o tarihte 35 bin DW Tonluk tankerlere  “süper tanker” deniyordu – yanaşmasına müsait derin deniz imkanları, yakın kara ve demiryolu bağlantısı, yaklaşık 1000 dönüm tutarında sağlam zeminli, tatlı meyilli, engebesiz, bir alan olması gerekiyordu. Deniz ve kara haritaları ve meteorolojik doneler incelendi, incelendi ve İzmit’e 15 km mesafade, Tütünçiftlik mevkiinde uygun bir yer bulundu. Bu yerin seçiminde, diğer bütün konularda ve daha sonra Petkim’in kuruluşunda da  Hayrettin Bezmen’in çok büyük emekleri geçmiştir.
Bulunan araziye önceleri, Milli Savunma Bakanlığından itiraz geldi. Arazi, karşı sahildeki  Deniz Kuvvetlerinin  üssünün bulunduğu Gölcük’e çok yakın görünüyordu. 1959 yılının Ekim ayında Milli Savunma, Ulaştırma ve  Sağlık Bakanlığının temsilcileriyle Petrol Dairesinden Kemal Lokman, TPAO’dan Ö.Necmettin Danışman, Hayrettin Bezmen ve ben bir heyet halinde İzmit’ten İstanbul’a kadar olan alanı iyice inceledik. Askeriye, bize Dil İskelesi’ni öneriyordu. Ancak, buranın düz alanı çok azdı, bir dere yatağı içindeydi ve burada derin deniz iskele yapımı çok kısıtlı idi. Gebze ve Tuzla yöresinde de daha uygun bir yer bulunamadı ve sonunda heyettekilerin oy birliği ile  Tütünçiftlik mevkii uygun görüldü.
Arazinin toprak ve zemin testleri, dünyaca tanınmış “ Dames and Moore” firmasına yaptırılıp uygun bulundu. Bölge deprem kuşağına yakın olması sebebiyle, inşaatın “California Code” una göre yapılması şart koşuldu. Bildiğiniz gibi, Californiya, deprem kuşagı üstündedir ve büyük depremler geçirmiştir.
İnşaatı Kellog  Yaptı
“1960’ın 17 Ocak ayında NewYork’da TPAO Genel Müdürü Dr. Şehap Birgi ile ben, Amerikan Kellog firmasıyla rafinerinin inşaat mukavelesini imzaladık. 1960 Mayıs’ında rafinerinin temeli atıldı ve 18 Ağustos 1961 de şartnameye uygun ürünler tanklara akmaya başladı. İnşaat, mukavele imzalanışından 20 ay sonra tamamlanmıştı. Sıfırdan başlayan bir “Grass Root” rafinerisi için Amerika ölçüleriyle bile bu bir rekordu. Buna o yıl Amerika’da inşaat işlerinin durgun oluşu nedeniyle inşaat ve ekipman imalat şirketlerinin işsiz olması da önemli  etken olmuştu.
Ayrıca Kellog sözleşmesine ceza maddesi konmamış, aksine proses ve mekanik dizayn süresi, malzemelerin sipariş süresi, malzeme maliyet tutarı ve inşaat süresiyle ilgili 50.000 den 150.000 dolara kadar değişen primler konmuştu. Kellog bu pirimlerden bir- iki tanesine hak kazanabildi. Sonuçta, 1962 yılı içerisinde kabul tecrübeleri de tamamlanarak rafineri tam kapasiteyle üretime girdi.”
*Bazı Yazılar Amerikalı Genel Müdüre Gitmedi      
“Caltex ile ikmal anlaşmamız var. Onlar bize kredi verdiler, inşaatı yaptılar. Dolayısıyla biz de  10 yıl sürecek bu ortaklık çerçevesinde petrolün bir bölümünü onlardan almaya mecburuz. Rafinerinin kapasitesi olan 1 milyon ton ham petrolü onlardan almaya mecburduk. Ham petrol fiatları o zamanlar  varili 1.80 dolar civarındaydı. İPRAŞ’ta iki genel müdür var. Biri ben TPAO tarafı, diğeri de  Amerikalı 1. müdür, Caltex tarafı. Her türlü yazışma iki genel müdürden de geçiyor. Biz daha fazla üretim için kapasitesiyi zorluyoruz. Dışarıdan ucuz petrol bulmuşuz onu işliyoruz. Fakat bundan Amerikalı genel müdürün haberi yok, olmaması da lazım. Ben muhaberata talimat verdim. Serbest ham petrolle ilgili yazışmalar, ‘ondan geçmeyecek bana gelecek’ diye. Teklifler direkt bana geliyor. Telefonla görüşüyoruz, kararı ben veriyorum. Zaman zaman Caltex’cilerin bu işlerden haberdar olduklarında, düzgün giden bağlantılar birden kesiliyordu. Anlıyorduk ki: Caltex’ciler devreye girmiş.” Hasan Göker                                 
*”Bu Memleket Bizim”
“Her cumartesi günü İzmit’e, İPRAŞ’a giderdim. Bir sabah, baktım bir Türk mühendis çok üzgün. Orada Wagner adlı Amerikalı  müdür varmış, Türkler’i personel için kiralanmış misafirhaneye sokmuyormuş. Fena halde canım sıkıldı. Yönetim kurulu açılışında konuyu gündeme getirip, “Türkiye’de Türklerin giremeyeceği yer yoktur. Bu memleket bizim. Her yere girerler. Wagner denen zat, 24 saat içinde Türkiye’den gidecek” dedim. Ve gitti...”     İhsan Topaloğlu
İpraş Rafinerisi Tevsiileri (Kapasiteyi Yükseltme) 1963
Hasan Göker anlatıyor : “Biz eski tecrübelerimize istinaden kerosin ve dizel gibi bilhassa orta mahsullerdeki talebi karşılayabilmek için zaman zaman kapasitenin üzerine çıkarak, çıkabilecek darboğazları tesbit ediyorduk. Bunlar daha çok kendi atölyemizde yapabileceğimiz eşanjör üretimi, pompa fanlarının büyütülmesi, motor ve türbin devirlerinin arttırılması ve bazı hat ve tanklar ilavesi gibi işlerdi. Böylece 1963 ve 64’de 1.5 milyon ton kapasiteye ulaştık. Bunları yaparken bazen yönetim kurulu başkanımız; “Hasan sen bu üniteleri zorluyorsun. Bunlar aşınıp patlayacak.” diyerek eleştiriler de bulunuyor, bir başka yönetim kurulu üyesi de: “Sen daha fazla Amerikan petrolu işlemek için bunu yapıyorsun.” diyordu. Aslında biz artan talebi karşılamaya çalışıyorduk ve şayanı ibrettir ki bu gün bile  yani  40 yıl sonra bile ayni ham petrol ünitesi hala yıllık 2 milyon tonun üstünde  olarak üretimini sürdürmektedir.
1966 yılında biz yine çoğu işleri kendi imkanlarımızla yapmak suretiyle kapasiteyi 2 milyon ton/yıla çıkarma hazırlıklarımızı yaptık. Bu tadilat tanklar dahil 20 milyon liraya (o zamanki kurla 200.000 dolar’a) çıkacaktı. Zamanın Başbakanı bu rakamı siyasi bir rant için yeterli görmedi ve “ Ben 200 bin dolarlık yatırım gibi küçük bir rakam  için gelip konuşma yapmam.” dedi. Sonradan bakan ve senatör olacak olan o zamanki TPAO Genel Müdürü  Turgut Gülez  kendilerini ikna ettiler ve o zaman için Avrupa’daki emsalleriyle kıyaslanabilecek ölçüdeki 30.000 tonluk yüzer tavanlı ham petrol tankının ilk kaynağını yaparak temsili temelini atmış oldu. Halbuki ilk 1 milyon tonluk kapasite  25 milyon dolara çıkmışken, bu ikinci 1 milyon tonluk kapasiteyi -o zamanki döviz  darlığı  döneminde- onda bir fiatına mal ettiğimiz için bu işte emeği geçenleri tebrik ve teşvik etmesi gerekirdi.
Ülkenin petrol  ürünleri itiyacı artmaya devam ettiğinden 1968 de 3.5 milyon ton/yıllık kapasite ekliyerek toplam üretimi yılda 5.5 milyon tona çıkarma kararı alındı. Proje ve ihale şartnameleri süratle hazırlanarak, müteahhit firmalar ve lisansörlerle temas etmek üzere, Newyork’ta Caltex’in mühendislik ofisiyle birlikte çalışmaya başladık.”
350.000 Tonluk Tanker İskelesi :
“Kapasite 5.5 milyon tona çıkınca hampetrol tankerlerinin (o sıralarda en büyüğü 60.000 tonluk) iskelede büyük izdiham  yaratacağı aşikardı. Bu nedenle projeye 350 bin tonluk tankerlerin yanaşabileceği bir ada iskeleyi dahil ettik. Bu o tarihte Akdeniz’deki en büyük tanker iskelesi olacaktı. Denizcilik İşletmeleri bu iskeleye itiraz ettiler: ‘ 300 bin tonluk tankerler Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnunu  geçemez, büyük tehlike yaratır, geçitte römorkörler, telsizciler ve kılavuz kaptanlardan oluşan ekiplerin bulundurulması gerekecek’ dediler. O tarihlerde, Gölcük’te Oramiral Kemal Kayacan paşa Donanma Komutanı idi.
 “ Hasan ben bu tip iskeleleri Basra Körfezinde gördüm, gayet emniyetli çalışıyorlardı. Sen aldırma iskeleni yap.” dedi.
Biz iskeleyi Fredrik Harris firmasına design ettirdik ve Amsterdam Ballast & Beton firması 12 ayda iskeleyi tamamladı. Rafineri üniteleri inşaatı da 34 ay yerine 30 ayda tamamlandı. İskele 1 milyon dolara tüm tesisler ise 31 milyon dolara mal oldu. Tesis’in finansmanı için gerekli döviz kredisini ortağımız Caltex %5.5 faizle sağladı. Sözleşmemize göre malzeme ve inşaat için gerekli dolar ödemelerini inşaat termin planına göre ön görülen sürelerde taksitler halinde ödemeyi Caltex taahhüt etmişti ve vadelerinde Londra’daki banka hesabımıza ödemeleri yapıyordu. Normalde inşaatın 12 ile 18 inci ayları arasında işçilikler zirveye ve insan gücü de 2.500’ e kadar yükselir. Sonra ödemeler  tatlı bir meyille azalarak terminden 3-5 ay sonra sıfıra inerdi. Yüksek devirli sentrüfukal kompresörler, türbinler ve senkron motorlardan oluşan sofistike  ekipmanların imalat süreleri 10-15 aya kadar uzayabiliyordu, bunların ödemeleri de bir defada yapılmayıp imalatın seyrine göre peyderpey yapılıyor ve en son yüzde 10’u ise işletmeye geçişten 1 yıl sonra kabul tecrübelerini takip ederek ödeniyordu. Bu suretle Londra’daki banka hesaplarımızda 3-5 milyon dolara kadar birikimler oluyordu. Biz o sıralarda kısa vadeli faizler yüzde 10-11.5 a kadar yükseldiğinden,  24-48 saatlik repo yaptırıyorduk ve bu suretle 750 bin dolar para biriktirdik. Yönetim kurulundaki Caltex temsilcileri kıvranıp duruyorlar, kredi kullanımızı kısmamızı istiyorlardı. Biz  ise  mukavele şartlarını aynen uyguladığımız belirtiyorduk. Bu şekilde biriken 750 bin $ la projeye dahil olmayan ve fırınlarda yakılan rafineri gazlarındaki kükürtlü hidrojen gazını sıyırıp saf kükürt üretecek bir ünite kurduk. Böylece hem atmosfere atılan kükürtdioksiti ve dolayısıyla çevre kirliğini önledik. Hem de çevredeki Tarım Koruma gibi vesair fabrikalar için yılda 5000 ton saf kükürt üreterek büyük bir ihtiyaç karşıladık.
Ada iskelemiz de tamamlanmıştı. 1971 sonbaharında bir sabah 320.000    tonluk Michael Lemnos tankeri romorkör dahi kullanmadan süzülerek iskeleye yanaştı, 24 saatte yükünü pompalayıp ertesi günü iskeleden ayrıldı. Bilahare sayısız VLCC ler (Very Large Crude Carriers) Boğazlardan geçerek Rusya ve Romanya’dan iki taraflı olarak petrol taşımaya başladılar.”
* “Kendi Römorkörünü Kendin Yap
“Bizim iskeleye yanaşan gemilere yapılan kılavuzluk işi Denizcilik İşletmelerinin  işi değil. Bize 60 bin tonluk gemiler geliyor. İskeleye bindiren Batman Gemisi kazasından  sonra,  biz kendi  römorkörü kendimiz yaptıracağız dedik. Güçlü motorları, su ve köpük topları ve yangın pompaları olan 2500 beygirlik, okyanus tipi 2 tane römorkör için  Fredrik Harris firmasına dizayn yaptırdık. Yönetim Kurulundan yetki aldım. İstanbul’ da Büyükdere’de tersaneler vardı, onlara sipariş verdik. 1 senede 2 tane römorkör yapıldı geldi. Ancak Denizcilik İşletmeleri, kullanmamıza müsaade etmiyor. Denizcilik İşletmeleri, hem işi yapmıyor, hem de yapılanı çalıştırmıyor. Tam o sırada Kıbrıs harekatı oldu. Ulaştırma Bakanlığına bildirdik; ‘ 2 tane römorkörümüz  hazırda bekliyor, bunlar çalıştırılmamaktadır, müdahale edilsin. Rafineride, iskelede vuku bulacak herhangi bir yangın durumunda sorumluluk Bakanlığınıza ait olacaktır.’ diye. 2 gün içinde izin çıktı, römorkörlerimizi çalıştırmaya başladık. Daha sonra  aynısından Aliağa, İskenderun, Mersin Rafinerileri de ısmarladılar.”
Hasan Göker
LPG  Üretimi Başlıyor
Hasan Göker anlatıyor: “O sıralarda Türkiye’de LPG fiyatları benzin fiatlarının iki misliydi ve LPG talebi büyük bir süratle artıyordu. Bu nedenle LPG üretimini maksimize edecek yeni bir teknoloji arayışı içinde idik.
Platformer lisansının sahibi Universal Oil Products (UOP) firması bazı yeniliklerle istenen artışı sağlayabileceklerini, Chicago’daki ofislerinde bize verdikleri brifinglerde  detaylarıyla anlattılar. Newyork’a dönüşümüzde Caltex yetkililerine istedikleri lisans ücretini (günlük 1 varil şarj için yılda 90$ alıyorlardı.) yüksek bulduğumuzu ve ödemekte güçlük çektiğimizi belirttim. Caltexciler bunun standard uygulama olduğunu ve lisans sahiplerinin 1 cent dahi indirim yapamıyacaklarını belirtiyorlardı. Ben memnuniyetsizliğimi belirterek Newyork’a döndüm.
Bir iki gün sonra, UOP ciler Newyork’ da beni arayıp neye karar verdiğimi sordular. Ben de işi Kellog’a vereceğimizi söyledim. Bunun üzerine:  “Bize 24 saat mühlet verin gelip sizinle görüşeceğiz.” dediler. İkinci gün gelip,  “Biz konumumuzu bir daha gözden geçirdik. Siz yüksek LPG üretimi istiyorsunuz, Ürdün ve Ispanya’da ayni şeyi istiyorlar.  Sizde başarılı olursak ve siz işletme donelerinde bizimle işbirliği yaparsanız lisans ücretini 90 $ dan 50 $’a indirebiliriz.” dediler. Zaten 1.ci işletme yılında lisansörün uzmanlarıyla sürekli işbirliği içinde oluyorduk.
Böylece 50 $/varil lisans ücreti (Royalty) üzerinden UOP ile anlaştık.
Caltex’ciler; “ Biz bu güne kadar böyle ‘Kapalıçarşı’ usulü pazarlıkla netice alındığını görmemiştik.” diyerek hayretlerini ve hayranlıklarını gizleyemediler. Bir yıl sonra, Aliağa Rafinerisi’nde kurulacak platformer ünitesi için de aynı indirimi uyguladılar. İnşaat mukavelesi, 31 milyon dolar ve 34 ay inşaat süresi üzerinden Parsons firmasına verildi.”
* “Tanker  İskeleye Çarptı” Bir  Sabotaj mı ?
“1970 yılıydı, ben her sabah  odama çıkmadan rafineriyi dolaşırım, gece raporlarına bakarım. Sabah  saat  8, rafineriyi dolaşıyorum. Uzaktan Batman tankeri, burnu karaya dönük geliyor. Ufak bir römorkör de, arkadan ona korna çalıyor, hızla yetişmeye çalışıyor. Ama gemi  hızla gelmeye devam ediyor. Baktım çarpacak, yangın amiri de ünitede ekipmanları kontrol ediyor. ‘Hemen  alarm ver ve iskeleye gel’ dedim. İskele de ana giriş vanaları var. Ben, şoför ve bekçi vanaları kapattık hemen. Gemi onca ikazlara, çırpınmalara rağmen geldi ve iskeleye hız kesmeden bindirdi. Ada iskeleye  çarpınca, boru hattı büküldü, dibe indi. Fakat çelik çekme boru oldukları için delinmediler. Allahtan hiçbir boru  kırılmadı da yangın çıkmadı. İskelemizin kara ile bağlantısı kesildi, ada oldu. Rafineri felç tabii. Donanma yardım etti, dubalar verdi bize.  3-4 gün içinde dubaların üzerinden boruları çektik, rafineri çalışmaya başladı.
Kaza yapan şilebi araştırdık sonradan. Deniz İşletmelerinden kimse konuyla ilgilenmedi.  Bu olay,  ya bir sabotajdı, ya da geminin dümeni kırılmıştı, ya da kaptan sarhoştu.”    Hasan Göker
Şirkete  Giren Türkiye Mezunu İlk Jeologlar 
Arama Kadrosu Genişliyor
Mithat Tolgay anlatıyor: “..Batman Bölge İşletme Müdürlüğü kadrosunda daha önce İstanbul Üniversitesinden mezun olmuş üç jeolog yeralmaktaydı: Fikriye Güngör, Süreyya Ekim ve İlhan İrepoğlu. Bizim katılmamızla beraber beş jeologluk kadro oluşmuştu.  Birleşmiş Milletler Teknik Yardım Programı çerçevesinde gelen İngiliz petrol jeoloğu G. B. Davies, teknik yönetici konumunda idi. Davies haklı olarak bizler için acemi jeologlar  anlamında  “green geologists” tanımını kulanıyordu. Ve haklı idi. 
Amerikada üç aylık sondaj işçiliği, bölgedeki çalışmalara uyum sağlamamda  çok yararlı oldu.  Hepimiz bir yetişme ve gelişme evresinde idik. Davies ‘in  kuyu tamamlama, kuyu logu hazırlama ve süreli raporlar konusunda  yaptığı çalışmalar  gelişmede yararlı oluyordu.  Davies’den sonra  BM Teknik Yardım Programından  yararlanmaya devam edildi. Petrol jeoloğu Charles Sternberg ve onun önerdiği , foto jeoloji, mikropaleontoloji, stratigrafi ve rezervuar konularında önerdiği elemanlar,  iyi çalışmalar yaptılar.  Düzenlenen kurslar ve bire bir çalışmalarla  yararlı gelişmeler oldu.
Buraya kadar anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere,  çok eksik vardı ve bunlar kısa zamanda denilebicek surede giderilmeye çalışıldı. BM teknik elemanları ile çalışmalarda, rezervuar konusu dışında  ben muhataplık  (counterpart) görevini  yapıyordum.” 
İLK JEOFİZİK KAMPLAR
Döneminin  ‘efsane’ kamp  amiri olan Fahrettin Baturer anlatıyor :“1958 yılı Haziran ayı başında TPAO da işe başladım. Ve ertesi gün  Urfa’nın Bozova ilçesindeki Gravimetre ekibine katıldım. 1957 yılı ortalarında kurulan gravimetre ekibi, benim katılmam ile  1 observer (ekip şefi), 2 topoğraf, 1 mutemet ile 1 aşcı, 4 şoför,1 meydancı ve 7 mahalli işçiden oluşan 17 kişilik bir kadroya sahip oldu. Ekip, ecnebi petrol şirketlerinin terk ettiği  eski araçlar ;1 jeep station wagon 3 Land Rover ve 3 küçük romork ile 4 mühendis tipi, 4 de mahruti çadırdan kuruluydu. Aydınlatma, gemici fenerleri ve 2 adet lux lambası ile temin ediliyor, mutfakta pompalı gaz ocakları kullanılıyordu. Buz ihtiyacımız 40 km uzaktaki Urfa’dan getiriliyordu. O senelerde Nisan ortalarında araziye çıkar, Aralık ortalarında merkeze dönerdik. 1960 yılı sonuna doğru çadırlı kampı terk ederek kaza merkezlerinde kiraladığımız evlerde kalmaya başladık ve gravimetre ekipleri bir daha hiç çadırlı kamp kurmadılar.
1959 yılı başında sipariş edilen ikinci gravite aleti “W-509 “ gelince, bir jeofizikçi Nezih Arıkman ve 4 topoğraf işe alınarak jeofizik servisi 10 kişiye yükseldi, ve Gravite-1 ve Gravite-2 diye, 2 ekip olarak çalışmaya başladı.
1960 senesi ortalarında Prakla şirketi ile bir anlaşma yapılarak, sismik etüdler başlamış oldu. 2 jeofizikçi Ayhan Tekin ve Ali Aksoy da işe başlayarak, kiralık sismik ekipte TPAO temsilcisi ve sismolog olarak görevlendirildiler.
O yıllarda, bilhassa güneydoğu kasabalarında elektrik yoktu. İlk buzdolabımız  1961 yılında  gazla  çalışan dolaptı. Zemini iyi tesviye edilmez ve yere düzgün oturmazsa, buzdolabı değil , ocak  vazifesi görür çok ısınırdı. Onun için özel  2 adet su terazisi almıştım.
Arazide su ihtiyacımızı branda su torbaları ile giderirdik. Yaya çalışmalarda  suyu epey sıcak içerdik. İlk termoslarımızı 1962 yılında aldık. Çadırlı kamplarda su ve banyo ihtiyacımızı  benzin varillerinden yaptığımız su depoları ile temin ederdik. Yaz aylarında  su çok ısındığından  ancak gece geç saatlerde yıkanabilirdik.”.
 TÜRKİYE’DE JEOFİZİK
Türkiye’de jeofizik eğitimi ile ilgili çalışmalar, Cumhuriyet’in ilk yılları ile görünmeye başlar.  O zamanki adıyla İstanbul Darülfünunu (şimdi İstanbul Üniversitesi) 1926-1927 öğretim yılında Fen Şubesi (Fakültesi) içinde bir “Heyet (Astronomi) ve Jeofizik Enstitüsü’nü açar. Enstitü müdürü Fatin Gökmen’dir ve jeofizikle ilgili ilk ders aynı öğretim döneminde “Meteoroloji ve Jeofizik” olarak okutulur (İshakoğlu, 1995). 1933 üniversitesi reformu ile Darülfunun Üniversiteye dönüşmüş ve bu yeniden kurulan üniversite’de Fatih Gökmen’e görev verilmemiştir. Yeni üniversite reformu ile, üniversitenin eğitim ve öğretim programında Jeofizik, 1948 yılında yerini alır. Bununla birlikte eleman yokluğu nedeniyle temelleri atılan bu ilk atılan enstitü, ancak Prof. Dr. M.Fouche ve Doç. Dr. İhsan Özdoğan’ın gayretleri ile 1952 - 1953 yılında öğrenime başlayabilecekti. Bu yılları Özdoğan (1975) şöyle anlatır: “Eleman yokluğu nedeniyle, Enstitü’nün açılışı, 1952 yılına kadar gecikecektir. Bu tarihte, Fakülte Kurulu, Enstitü’nün açılmasına karar vermiştir. Böylece jeofizik, fakülte öğretim yönetmeliğinde, bir öğretim dalı olarak yerini alır. Aynı yıl içinde Göttingen  Jeofizik Enstitüsü direktörü, Prof. Dr. J. Barthels, Fen Fakültesi’ne davet edilir. Jeofizik lisans öğretim programı, ilk olarak bu ünlü bilgin tarafından tertiplenmiştir”.
Enstitü öğretime, hemen takip eden 1953 - 1954 öğretim döneminde başlar. Bu dönemin değerlendirilmesinde yarar vardır: Bir taraftan Fakülte Öğrenci bürosu, jeofizik lisansına öğrenci kaydetmeye başlamıştır. Fakat, enstitü kağıt üzerinde mevcuttur. Örneğin binası tamamlanmıştır ancak, içerisine girilecek halde değildir. Hiç bir aleti yoktur., laboratuar yaptıramaz. Kitap, dergi yoktur ve kitaplıktan yoksundur. Daha ilginci, fakülte kuruluş kadrosunda, jeofiziğe ayrılan, 1 adet profesör, 2 adet doçent ve 2 adet asistan kadrolarına henüz hiçbir eleman atanmamıştır. Bütün bu çok olumsuz koşullar altında, jeofizik öğretimi başlatılmıştır. Enstitüye 6 öğrenci kaydını yaptırmıştır ve dersler, komşu anfilerde muntazam bir şekilde, devam etmektedir.
İdareci, öğretim kadrosu ve hatta öğrencisiyle, girişilen olağan dışı gayretle, Enstitü aynı yıl içinde, üç ay kadar bir gecikme ile, yeni binasına yerleşecek, alet satın alıp, ya da atölyede yaptırarak, laboratuarını açarak, normale yakın bir düzeyde öğretimini sürdürecek hale gelmiştir. (Özdoğan, 1975 ve 1982; Özçep, 1993)
Enstitünün yönetime başladığı ve sorunlarının en yoğun ve kritik olduğu dönemde, Fakülte’nin Dekanı Prof. Dr. Lütfi Biran’dır. (1952 – 1954). Enstitü’nün ilk Direktörü ise, Ord.Prof.Dr. M. Fouché’dir. Direktör vekili olarak, 1952 – 1953 döneminde Enstitü’nün hazırlık çalışmalarını yöneten Ord.Prof.Dr. M. Fouché, 1953 yılında görevinden ayrılmış ve yerine, yine vekaleten, Ord.Prof.Dr. Ali Yar seçilmiştir (1953 1954).
1953 – 1954 arası, Doç. Dr. İhsan Özdoğan’ın Jeofizik Enstitüsü’ne transfer işlemi tamamlanmış ve Hüseyin Soysal da Enstitü’ye asistan olarak atanmıştır.
1954 yılının, Enstitü’nün tarihinde önemli bir yeri vardır: Paris Üniversitesi Jeofizik Enstitüsü Direktörü Türkiye’ye gelmeyi kabul etmiştir ve böylece tarihinde ilk defa bir jeofizikçi, Enstitü’nün yönetimini eline almış olacaktır. 1 Temmuz 1954 tarihinde göreve başlamak üzere Prof. Dr. J. Coulomb, Ord. Profesör payesiyle, Enstitü Direktörlüğü’ne atanmıştır. J. Coulomb 18 ay süreyle görevde kalacaktır.
Sonradan, Jeofizik Kürsüsü (115 Sayılı Kanunla, Enstitü sözcüğü kaldırılmış ve yerine Kürsü deyimi getirilmiştir) adını alacak olan Jeofizik Enstitüsü’nün öğretim programında önemli bir değişiklik olmuştur.
Memlekette, doktoralarını dış ülkelerde yapmış, üniversite dışı kuruluşlarda görev yapan, 2-3 gençten başka jeofiziği bilen, örneğin, kürsü sahibi bir jeofizik profesörü ve jeofizik doçenti yoktu ve üniversitelerde bir jeofizik eğitimi geleneği mevcut değildi. Bu nedenlerle, Jeofizik Enstitüsü yöneticileri, ümitlerini dışarıdan gelecek bilinçli uzmanlara bağlamaktan başka yapacak bir şey olmadığını çabuk anladılar.
Jeofizik Kürsüsü’nde görev almış, ders veya konferanslar vermiş yabancı uzmanların, özellikle kürsünün kuruluş ve gelişme döneminde, kürsünün oluşumundaki katkıları büyük olmuştur. Kürsü’de, araştırmaların niteliği ve niceliği yönünden bugün erişilmiş olan düzeyin sağlanmasında, yöneticinin yetenekleri yanında kürsünün genç elemanlarının araştırmaya duydukları isteğin eşit payı olduğu da belirtilebilir.
1955 yılında Jeofizik Mühendisliği öğretimine dönük çalışmalar başlatıldı ve 1968 senesinde Tatbiki Jeofizik Kürsüsü açıldı. 1969 yılında Jeofizik Yüksek Mühendisliği diplomasının ihdası sağlandı. Jeofizik Kürsüsü, Fen Fakültesi bünyesinden ayrılarak, 1978 yılında kurulan Yer Bilimleri Fakültesine dahil oldu. Yer Bilimleri Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümü 1980 yılında öğretime başladı.”
 Yerküre ile Fiziksel İletişim: Cumhuriyetin 75. Yılında Jeofizik, Ferhat Özçep ve Naci Orbay, İ.Ü. Yerbilimleri Dergisi, Cilt 12” makalesinden olduğu gibi alınmıştır.
“KUYU PROĞRAMI” HAYATA GEÇİYOR
Mithat Tolgay anlatıyor : “Batman’da  BM uzmanlarının önerileri  ile teknik  açıdan birçok yenilikler sağlandı. Bunların içinde, önemli saydığım yenilikler arasında, “ Kuyu Programları” ile “ Süreli Kuyu Rapor Formları” yer alır.
Önceden bir arama,  tespit veya üretim kuyusunun  yeri sahada saptanır, uygun sondaj  kulesi ile kuyu açılır,  kuyunun  geçeceği beklenen istif kalınlıkları, karot programı, sondaj  sırasında karşılaşabilecek güçlükler, muhafaza borularının  programı, alınacak loglar, test programı  v.b önemli hususlar öngörülmeden  işe başlanırdı.   Belirttiğim konulardan jeoloji ile ilgili kısımları kapsayan programlar hazırlamaya başladım  ve ilgililere gönderdim.  Bu, ilgi gördü ve açılacak her kuyu için  ayrıntılı  program hazırlanması ve onaylandıktan  sonra çalışmaya başlanması  daha da  gelişti ve halen  uygulanmaya devam ediyor. Davies’in  periyodik kuyu raporları, geliştirilerek daha yararlı bilgiler içeren “ Haftalık Sondaj  Raporu”ve “Kuyu  Jeolojisi Raporu” haline getirildi.”   
Arama, Sondaj ve Üretim: İlk  Yapılanma
Arama
“Ortaklığımızın kurulmasıyla jeolojik çalışmalar, ilk yıllarda Batman’da Bölge İşletme Müdürlüğü, Sondajlar Servisi’ne bağlı “Jeoloji Kısım Şefliği” tarafından yürütülmüştür. 1957 yılında Şeflik, Sondajlar Servisi’nden ayrılarak “Jeoloji ve İstikşâf Servis Şefliği” adını almış ve Bölge İşletme Müdürlüğü’ne bağlanarak bu konuda yetki ve sorumluluk, Amerika’lı Mr. G. B. Davies’e verilmiş, bir süre sonra ise bu pozisyona Mitat Y. Tolgay atanmıştır. Tolgay yönetimi süresinde, arama ve kuyu takibi çalışmaları ile orantılı olarak jeoloji kadrosu, iş hacmine göre zaman zaman daraltılmış veya genişletilmiş ve bu arada bazı yabancı jeologlara yer vermiştir.
1961 yılında Servis Şefliği, Bölge Jeologluğu adını almış ve arama çalışmalarının Türkiye yüzeyine yayılması nedeniyle Ankara’daki Arama Merkez Teşkilâtı genişletildiğinden; 1962 yılında Bölge’de bulunan Mikropatontoloji Laboratuvarı Ankara’ya nakledilmiştir.
1966 yılında Bölge Jeologluğu, Bölge Jeoloji Müdürlüğü adı ile yıl sonuna kadar çalışmalarını yürütmüş daha sonra Bölge Baş jeologluğu adıyla 1968 Nisan’ına kadar gelinmiş ve bu tarihten itibaren tekrar Bölge Jeoloji Müdürlüğü adını almıştır.
TPAO’nun kuruluşuna kadar MTA Raman Kamp Şefliği tarafından yönetilen sondaj faaliyetini TPAO’da Sondaj Servis Şefliği yürütmeye devam etmiştir. Yapılan organizasyon değişiklikleri gereğince 1966’da Sondaj ve İstihsal Müdürlüğü’ne bağlı Sondaj Başmühendisliği adını alan servis, 1967’den itibaren Sondajlar Müdürlüğü adıyla görev yapmaktadır.
Türkiye Petrolleri A. O.’nın ilk istihsal çalışmaları, MTA tarafından 1940 ve 1951 senelerinde bulunan iki sahanın Ortaklığa devir tarihi olan 1955 yılında başlamaktadır. Başlangıçta İstihsal Şefliği olarak faaliyet gösterdikten sonra Ünitenin adı Baş Mühendisliğe çevrilmiş ve daha sonraları ise yeni bir organizasyonla bugünkü “İstihsal Müdürlüğü” şeklini almıştır.”   15.Kuruluş Yılında TPAO
Mithat Tolgay anlatıyor: “Bölge İşletme Müdürlüğü  kadrosundaki  jeologların  iş bölümü ve çalışmaları Ankara’dan yapılıyordu.  Bu ise o zamanki kısıtlı  iletişim nedeniyle boşluk yaratıyordu. Kadroda, topoğraf, ressam, yardımcı ve nümuneciler vardı. Bölge Müdürlüğünde  bir birim oluşturulmasını,  kim olursa olsun bir yöneticinin buraya atanmasını, haklı gerekçeleri öne sürerek, önerdim.  Sonradan öğrendiğime göre zaten Bölge  İşletme Müdürlüğü kadrosunda  bir uzman şefliğinde  ‘Jeoloji İstikşaf Servisi Şefliği’ varmış fakat   acık tutuluyormuş . Biz bunu bilmiyorduk.  İşletme Müdürünün  9 Eylül 1957 tarihli  yazısında, Yönetim Kurulu kararı ile ‘uzman’ deyimi kaldırılılarak,  Jeoloji ve İstikşaf Servisi Şefliğine  atandığım bildirildi.  Bölgede sondaj servisine denk bir jeoloji  birimi oluşmuştu .  Buna karşılık merkezde jeoloji ve istikşaf servisi hala petrol şubesi müdürlüğü bünyesinde idi.  Batman’da çok yararlı çalışmalar yapan mikropaleontoloji uzmanı Zeev Rice  bu aksaklığın giderilmesi gerektiği konusunda raporlar ve öneriler yazdı. Bu öneriler dikkate alındı Arama Şubesi Müdürlüğü kuruldu. İlk Arama Şubesi Müdürü Dr. Emin İlhan’ dır. Atama tarihini hatırlamıyorum. “
İlhan İrepoğlu anlatıyor: “  Temmuz 1956 yılında işe girdiğim zaman Raşit Ceylan, Parisa Gönülden ve Ferhan Sanlav Ankara’da jeoloji kısmına bakıyorlardı; Petrol kısmına ise, Turgut Gülez bakıyordu.  Batman’da ise Selahattin Özkan sondaja, Rıfat Bayazıt ise üretime bakıyorlardı. Aramacı olarak,  Sait Şahankaya, Mithat Tolgay, işe yeni giren olarak ben, Süreyya Ekim ve Fikriye Güngör varız. Ali Pak ve Adil Mertoğlu topoğraf, Şerif Aburga ise ressam olarak çalışıyor. Başka bir topoğraf olan Turhan Tamur  Ankara’da çalışıyor, sık sık Batman’a geliyor. Batman ‘jeoloji’ olarak, rafineriyi yapan Amerikalı firmadan kalan yarım daire şeklindeki ‘Nisyan’ barakasında kalıyoruz. Bir tarafında soğutucu olan yuvarlak, hangar şeklinde bir bina. İçinde bölmeler, her bölmede de masa ve sandalyeler var, ofisimiz orası. Orada Raman, Garzan ve Reşan’a, kamplara dağılıp, akşama tekrar burada toplanıyoruz. Bize çok yardımcı olan numuneci Alaaddin İçöz var, biz ona ‘Alaaddin Dayı’ diyoruz. Alaaddin Dayı, Cevat Eyüp Taşman ile uzun yıllar çalışmış, ona rehberlik etmiş, yöre halkından olduğu için, dolaşılan ve gidilen yerlerde köylülerle çok iyi ilişkiler kuran, bize çok faydası dokunan bir kişi. Numuneci olarak uzun yıllar çalışmış, jeolojiye meraklı, bazı fosilleri de tanıyor, böyle bir adam. Fikriye hanım, paleontolog olarak geldi ama, ilk zamanlarda mikroskopu dahi yoktu. 1958 den itibaren, yeni gelenlerle takviye olmaya başladık. 1958’de Turgut Bolgi, Mustafa Sezgin(Miçi), Özkan Gümüş, Azmi Baran, Hasan Oktay,  1959’da Okan Özdemir ve İsmail Kafescioğlu, 1960 yılında ise Yılmaz Dağdelen, Yalçın Hatunoğlu, Osman Turgut Ünal, Zeynel  Malal, Metin Peksü  ve Erbil Güleç  geldiler.
 Arama Grubu, bir petrol şirketinin kalbidir, başıdır.  O olmadan hiçbir şey olmaz. Petrol bulamazsanız, petrol şirketinin bir anlamı olmaz. Bir aramacının politikayla veya dışarıdan gelecek olan tenkitlerle uğraşacak, onlara cevap verecek kadar vakti yoktur. O sadece petrolü nerede, nasıl bulabilirim  diye düşünür. ”
ARAMA ŞUBESİ KURULUYOR
Mithat Tolgay anlatıyor: “Eylül 1960 da Arama Şubesi  Müdür Yardımcısı olarak tayinim çıktı.   Bu görev sırasında daha çok yeraltı jeolojisi ve stratigrafi ile ilgilendim. BM  Teknik Yardım Proğramı çerçevesinde1961 yılında Türkiye’ye gelen stratigraf Mr. L.E.Workman Edward Koester ile çalışarak yeni kuyu logu formunun gelişmesinde yardımcı oldum. Bildiğim kadarıyla, bu  log sistemi hala kullanılıyor.
Workman Amerika’da tanınmış Amsrat’dan geliyordu. Şirket Amerika’da her yıl açılan binlerce arama kuyusunda geçilen istifleri inceleme ve stratigrafik değerlendirme konusunda isteyene hizmet veriyordu. Workman kendi kullandıkları kuyu logu formunu adapte etmemizi önerdi. Log  bizim,  özellikle arama kuyuları için hazırladığımız kompozit kuyu loglarına göre  daha yararlı ve  aramada ilerde kullanılabilecek verileri  içeriyordu.  Amstrat’dan formun TPAO tarafından kullanılması konusunda gerekli yazılı izni aldıktan sonra çalışmaya koyulduk. Çok ayrıntılı bilgi içeren formun  hazırlanmasını açıklayan kılavuz hazırlandı.  Çok çalışkan bir kişi  olan  Workman, bir yandan o zamana kadar açılmış arama kuyuları ile Raman, Garzan ve Batı Raman kuyularını inceliyerek, stratigrafi korelasyonu konusunda raporlar hazırladı. Gölbaşı’nda ve Batman’da Arama elemanlarına uygulamalı kurslar verdi.  Bazı elemanlarımız ayrıntılı logun hazırlanmasını yorucu bulmuşlardı. Daha sonra ben de,  1967  de laboratuvara geçince aynı yöntemle bir çok kuyuyu inceledim. 
Edward Koester, emekli petrol jeologu idi. Kendisi  50 lerde prestijli bir görev olan Amerika Petrol Jeologları  Sosyetesinin (AAPG) Başkanlığını yapmıştı.  Arama programlarının hazırlanmasında , jeofiziğin önemi konusunda etkili önerileri oldu.” 
Doğu Tuna  anlatıyor: “Ankara’ya geldim Workman gelmiş. Batman’da uzun uzun çalışmış.  Garzan, Raman ve de Mardin formasyonlarında birimleri ayırmış, ayrıntılı bir rapor yazmış. Dillerde  ‘Workman Logu’ dolanıyor. Mithat Bey de Gölbaşı’nda laboratuar şefi. Orada Cengiz Keskin, Yalçın Güneri, Recep Okatan, Erdoğdu Gezen var.
Eskiden bir kolonda  sağ tarafta tarifler, sol tarafta semboller böyle bir log tipi vardı. Workman geldikten sonra ‘workman logu’ yapıldı. Yazı asgariye düştü, her şey sembollerle gösterilmeye başlandı. Yani bununla bir kuyu açıldığı zaman bu kuyu hakkında her şeyi bilmek mümkündü.”
STRATİGRAFİK ADLANDIRMALAR BAŞLIYOR
Batman’da Zeev Rice ile stratigrafik adlandırma konusu üzerinde durmuş bu  konunun yerleşmesi konusunda  çalışmalar yapmaya başlamıştık. Türkiye Petrol Jeologları Derneği tarafından oluşturulan “Stratigrafi Adlandırma Komisyonu”nda TPAO’nı  temsil ederek hazırlanan stratigrafi  tablolarında TPAO tarafından kullanılan adlandırmalardan normlara uyanların yeralması sağlandı. Bu sistem Ortaklığımızda yerleşti ve başta Doğu Tuna olmak üzere TPAO’lu meslektaşlar  yararlı çalışmalar yaptı. TPJD’nin önerisi ile adlama kurallarının, Türkiye çapında uygulanması için  MTA çalışmalar başlattı. Kurulan “Türkiye Stratigrafık Adlandırma Komitesi ”nin kurucu üyeleri arasında yer aldım.
Yabancı Uzmanlar Aramacıları Eğitiyor
Mithat Tolgay anlatıyor: “Türkiye Petrolleri’nin  ilk yıllarında,  Birleşmiş Milletler Teknik Yardım Programı ile  gelen petrol jeolojisi ile ilgili uzmanların hepsi gelişmemizde kendi konuları çerçevesinde yararlı olmuşlardı.  Kanımca, Charles W.  Sternberg , Batman’da kaldığı bir yıldan fazla sürede, petrol aramacılığı konusunda eksikliklerimizi iyi irdelemiş ve verdiği raporlarla,  iyi uzmanların gelmesini sağlamıştır.  Ayrıca petrol mühendisliği ile ilgili rezervuar çalışmaları konusunda önerdiği, çok tanınmış bir laboratuvar şirketi olan Corelab’in kurucusu olan James Crawford da  iyi çalışmalar yapmıştı.
Foto Jeoloji konusunda uzman, dünyaca tanınmış Denver Geophoto Services’ten gelen, ismini hatırlayamadığım, sessiz işini iyi bilen, bu nedenle kendisine Quite American (Sakin Amerikalı) ismini verdiğimiz bu kişi, konusunda merkez ve Batman elemanlarımıza  kurslar düzenledi.  Kurslar sonunda, konusunda başarılı çalışmalar yapabilecek elemanlarımızı belirledi. Ben yönetici olduğumdan bu kurslara katılamamıştım.
Petrol jeolojisinde en  çok yararlandığım BM uzmanı Zeev Rice’dır. Bir yandan, mikropaleontoloji de Fikriye Güngör ve İsmail Kafesçioğlu’nu yetiştirirken, bu konuda mikroskopik incelemeyi kolaylaştıran laboratuvar tekniklerini de öğretiyordu. İncelenecek nümunelerin hazırlanması, tanımı yapılmış fosillerin saklanması,   tutulan kayıtların işleneceği  formları,  arşivlemeleri için sistemler, çalışma sonuçlarının gösterildiği tabloların hazırlanması konularını öğreterek bunların uygulanmasını sağlamıştır.  Petrol şirketlerince uygulanan, saha ve kuyu nümunelerinin arşivlenmesi metod ve araçlarını bize  önerdi.  Pratik ve uygulanması kolay anlaşılır sistem olduğu için uygulamaya başladık.
TPAO  50’ li yıllarda ayrıntılı jeoloji haritası yapılmasına yeni yeni başlıyordu..  Yüzeyde görülen kaya birimlerinin  yapısal bilgilerle  birlikte ayrıntılı olarak haritaya geçirilmesi ile, petrol aramaya yararlı jeoloji haritaları elde edilir.  Kaya birimlerini özel kurallara göre isim verilmesi gerekir, yoksa isim kargaşası olur. Rice, bu temel ilkenin yerleşmesi için seminerler yaptı  ve şirketimizce uygulanmaya konulmasını sağladı.
Petrol Şirketlerinin organizasyonunda,  önemli birimlerin başında arama gelir. Arama,  TPAO’nun kuruluşunda  Petrol Şubesinin bir servisi konumunda idi. Rice bu konuda yazdığı  rapor ve önerilerle Arama Şubesi  kurulmasına önayak oldu.  Bu TPAO için olduğu kadar  yerbilimciler ve jeofizikçiler için önemli bir değişiklik aşaması  idi.”
Fahrettin Baturer Arama’nın  ilk günlerini hatırlamaya çalışıyor: “1958 yılı ortalarında işe başladım. TPAO o vakit Sakarya Caddesindeki Ersan İş Hanı’nın 5-6-7 inci katlarında idi.
Arama’ nın o zamanki adı  Petrol Şubesi  idi. Şube Müdürü Rıfat Bayazıt, İdari  İşler ve  Personelci olarak Halit Ejder ve Mufit Bey, Jeoloji Servisinde, Raşit Ceylan ve Parisa Gönülden,  Jeofizik Servisinde ise Servis Şefi olarak Ferhan Sanlav vardı. Ferhan Sanlav’a bağlı Gravimetre Ekibi: Ekip Şefi ve Obzerver Sabih Hatapkapulu, Topoğraf Ali Pak, Fahrettin Baturer ve Mutemet Muammer Gargun’dan oluşuyordu. Orhan Gökmenler, Jeoloji ve Jeofizik Servisi idari personeliydi.  Resimhanede de Ömer bey olmak üzere merkezde toplam14 kişi idik.
1959 yılı başında 2. inci bir gravimetre ekibi kurulması için jeofizikçi ve topoğrafa ihtiyaç vardı. Jeofizikçi ilanına bir hanım müracaat etmişti. Bu hanımla Ferhan beyin mücadelesi epey ilginç geçmişti. Hanımın bütün ısrarları netice vermemiş ve arazi ekibinde çalışamıyacağı gerekçesi ile işe  girememişti. Sonuçta, Ferhan beyden sonra ilk işe alınan jeofizikçi Nezih Arıkman oldu. Recep Şapçıoğlu, Özer Özkan, Latif Baykara, Hüsamettin Yemişçiler olmak üzere 4 topoğraf daha alınarak merkez personeli 19 kişiye çıkmış oldu.”
Yalçın Umurtak anlatıyor: “Ferhan bey, Arama Şubesi müdürlüğüne tayin edildikten sonra, TPAO, ilk defa 1962 yılında,  bir sismik ekibinin kiralanmasının gerekli olduğuna inanmıştır.
Jeofizikçiler, ilk defa Ferhan bey zamanında TPAO’ya girmişlerdir. O zamanlar TPAO’da jeofizikçi yok.  Bir tek  Özer Altan bey var, Amerika’da okumuş.  MTA’dan Ali Aksoy ve Ayhan Tekin  jeofizikçi olarak alınmışlardır. Ben 4. jeofizikçi olarak girdim TPAO’ya. Daha önce Türkiye’de Diyarbakır’da Mobil şirketinin sismik ekiplerinde çalışmıştım. Mobil sismik ekibinde, bir topoğraftan başka, çalışan başka Türk yoktu zaten. Ben de ofiste jeofizikçilik yapıyordum. Ekip şefine yardımcılık yapıyordum. 1962 yılında TPAO’ya girince benim gördüğüm 2 oda vardı. Ayhan Tekin ile Ali Paksoy bir odada, Özer bey diğer odadaydı ve TPAO’daki hayatımız başladı.”
ARAŞTIRMA MERKEZİNİN ÇEKİRDEĞİ KURULUYOR
Mithat Tolgay anlatıyor: “Ortaklığın reorganizasyonu çerçevesinde  1967 yılında kurulan Etüd ve Araştırma Şubesi Müdürlüğü’ne atandım.  İsmi etkileyici olmakla beraber  küçük bir kadro ile Fikriye Güngör ve  ben  işe başladık. İsmail  ve   Nurten Kafesçioğlu çifti Amerika’ya gitmişlerdi. Zamanla kadro gelişti ve Arama Grubunun çoğalan saha ve kuyu çalışmalarına  yanıt verecek duruma geldik. Nisan 1971 de Arama Grubu Başkanlığı’na atandığımda  sekiz jeolog çalışıyorduk.  Laboratuvar, Ortaklık numune arşivinden sorumlu idi.   Aslını Batman’da Zeev Rice’ın önerdiği ve  petrol şirketlerince  de kullanılan arşivleme sistemini işler bir şekilde kurduk ve bu halen devam ediyor sanırım. Bu arada, petrol şirketlerinin Petrol İşleri Genel Müdürlüğüne verdiği   kuyu  ve saha nümuneleri, zaman zaman  taşınma ve ilgisizlik nedeni ile, yararlanılamaz  durumda idi. Bunları TPAO sistemine göre arşivliyelim dedik ve bu konuda Genel Müdürlüğü ikna ederek, bu değerli malzemeyi Gölbaşı’nda ayrı bir depoya  yerleştirerek kullanılabilir hale getirdik.”
İlk kadın paleotoloğumuz Fikriye Güngör anlatıyor : “  Bir gün, hocamız Enver Altınlı  bize Türkiye Petrollerinin, okuldan mezun olacak  3–4 kişiyi Batman’da işe  almak istediğini söyledi. Okuldaki bayanlar Güneydoğu’da çalışmayı pek  istemiyorlardı. Ben, Güneydoğulu olduğum için, hocamız Enver Altınlı bana teklif etti. Babam ilkokul öğretmeni olduğu için oralarda bulunmuş, Batman’ı  ve  Garzan’ı çok iyi biliyordu. Konuyu  babamla konuştuktan sonra, Enver hocama gidebileceğimi söyledim.  Durumu Ankara’ya bildirdiler. Bunun üzerine,  Raşit Ceylan , Fen Fakültesine gelerek bizlere; İlhan İrepoğlu, Süreyya Ekim, ben ve Nihal Erdem’e teklifte bulundu. Ücret konusunda bir  istekte bulunmadık, onların takdirlerine bıraktık. Mezun oldukları  anda işe başlayabilirler, diye haber geldi. Batman’a gittiğimde, Parisa bey, Raşit bey, Süreyya ve İlhan oradalar. Bir laboratuar kurulacakmış, Mikropaleontolojide çalışmak istiyorum,  ama ortada bir şey yok. Küçük bir barakada, bir oda verdiler. İngiliz Davis te orada. Ancak benim yabancı dilim olmadığı için ben onunla irtibat kuramıyorum.  Hanım olduğum için beni araziye ve kuyulara  götürmüyorlar. Harita boyuyorum, arşiv düzenliyorum. 1957’nin ortalarına doğru  küçücük bir laboratuar kuruldu ama numuneyi bakması çok zor. Ufak bir mikroskop  var, sadece o kadar. 1957’ye doğru Mehlika Taşman’ın  yanında, MTA’da , 6 ay staj gördüm. Tetkiki, fosili, tabakaların isimlerini vs. hep ondan öğrenmişimdir.
Gelen mikroskop ve diğer malzemelerle Batman’da laboratuvarı kurduk. Laboratuvarı kurarken Mehlika hanımdan bilgi alınmıştı.  Alaattin dayımız var, o fosillere bakıyordu.  O arada  diğer numuneciler geldi. Bunlardan Abdulkadir oranın insanıydı, diğeri ise Karadenizliydi. Preparatları Alaattin dayı ile hazırlıyorduk. Bir fosil var, onu gördüğümüz zaman 100 m. sonra petrole varılır diyebiliyorduk. Uzun süre yaptığımız iş buydu. Sonra İsrail’den Mr. Rice geldi,  bize mikropaleontoloji kursu verdi.  Kursa ben, Azmi Baran ve İsmail Kafesçioğlu katılmıştı.  Rice, 4–5 ay Batman’da kaldı. Bi, pek çok şeyi Rice’dan öğrendik. Bütün fosillerin yaşlarını, hangi tabakada bulunduklarını vs.  Esas laboratuarın daha teşkilatlı kurulmasına sebep olan Mr. Rice ’dir . Daha sonra Rice gitti, İsmail Kafesçioğlu ve ben kaldık. İsmail Kafesçioğlu’nun eşi  Nermin hanım da paleontologtu. O da bir süre bizimle çalıştı.”
1963 sonunda Ankara’ya tayin oldum. Gölbaşında bir  laboratuar kurulmuştu. Laboratuvarda  Necdet Solak, Yalçın Güneri, Doğu Tuna, ben ve İsmail  Kafesçioğlu vardı.  Onlar  sadece Mikropaleontoloji ile ilgileniyorlardı. Daha sonra  sediman petrografi servisi kuruldu. Cengiz Keskin, Hayrettin Okay geldiler. İki servistik. 1967 de Figen Yüksel, Aybars Hünerman, Güngör Özyeğin geldi. Kadromuz kalabalıklaştı. 5,5 yıl Gölbaşında kaldıktan sonra 1967 yılı sonunda Müdafaa Caddesindeki binanın  alt katındaki laboratuvara taşındık, orada  2 yıl kaldık.  Bu laboratuvarı Mithat bey düzenlemiştir. Müdafaa Caddesinde iken  Aynur Uyar, Halit Tepecik, Sami , Bayram Bayram, Mehmet Ali Balcı gibi isimler o zaman işe girmişlerdir. Daha sonra  orası kâfi gelmedi ve bu günkü binaya taşınıldı.”
Yalçın Umurtak anlatıyor: “Benim bildiğim bir şey var ki, Araştırma Merkezinin kurulmasında, Avrupa’daki petrol şirketlerinin çalışma tarzları örnek ve esas alınmıştır. Bizden önceki neslin büyük bir kısmı yurt dışında eğitim görmüştür. Yurtdışından Türkiye’ye gelmiş ama,  etrafında petrol endüstrisiyle ilgili kendilerine teknik seviyede yardımcı olacak eleman görememiş ağabeylerimiz. Ellerinden geldiği kadar bir şeyler yapmaya ve TPAO’yu bir petrol şirketi haline getirmeye çalışmışlar. Benim tahminime göre  bir ‘araştırma merkezi’ kurma düşüncesi ve  hazırlıklıkları çok önceden senelere yayılmış bir şekilde ağabeylerimiz, Mithat Tolgay ve Ferhan Sanlav, tarafından ele alınmıştır. Onların, bu ihtiyacı benimseyip genel müdürle bunları konuşup  ön plana çıkaran görüşmeler yapmaları, onu ikna etmeleri, daha sonra,  projeyi  Birleşmiş Milletler’e taşımaları, devleti  bu konuda ikna etmeleri, BM ‘den gerekli   yardımın alınması, herhalde kolay olmamış, bayağı emek sabır ve zamana mal olmuştur. Bu Birleşmiş Milletler yardımını kim istiyor, niye istiyor? Burada, bence, bizden önceki ağabeylerimizin ileri görüşlülüğü ortaya çıkıyor. Onlar, Raman’dan petrolü çıkarıp, yer-içer  yan gelip yatabilirlerdi. Hayır, onlar Araştırma Merkezini bir ihtiyac olarak  görüp, bu konuyla ilgisi olmayanlara konuyu anlatıp onların onayını sağlamayı başardılar. Bunun başka izahı yok.
Sonuçta, Araştırma Merkezi gibi  önemli bir  ihtiyaç, onların sayesinde, memlekete kazandırılmıştır.”   
Batı Raman-1 ; B.Raman Sahası Keşfediliyor
Ortaklığımızın ilk jeofizik mühendisi ve Arama Şubesi ilk müdürü olan Ferhan Sanlav anlatıyor: “MTA Enstitüsü’nden bir sismik ekip kiralanarak Maymune Boğazı’nda bir sismik araştırma yapıldı. Ancak, bu çalışmadan kaliteli refleksiyon alınamadığı için kayda değer bir fayda sağlanamadı.
Kuyu kesintilerinin usule uygun olarak arşivlenmesi başarıldı. O sırada Jeoloji Servis Şefi olan Mithat Tolgay tarafından, MTA tarafından açılan tüm kuyuların, petrol seviyesindeki numuneleri kıymetlendirildi. Ortaya şöyle ilginç bir durum çıktı: Kretase seviyesinde bariz bir fasiyes değişikliği vardı ve petrol oluşumu yönünden olumlu bir durum görülüyordu. Bu çalışma, Raman antiklinalinin Maymune batısındaki kısmında bariz bir petrol potansiyeli olabileceğini gündeme getirdi. Bu konuyu etraflı olarak tartıştık. Birleşmiş Milletler Petrol Uzmanı ilave sismik yapılmasını tavsiye etti ise de, jeofizik mülahazalarla bunu reddettik. Riskli olmakla birlikte, optimum bir noktada kuyu açılmasına karar verdik. Risk vardı fakat mükafat çok olabilirdi. Ben çok heyecanlı ve ümitliydim. Bu fikirle, Batı Raman-1 kuyusunun yerini seçtik. Dünyanın sayılı büyük sahalarından birinin yeri böylece tespit edilmiş oldu.  Sondaj kısa zamanda bitirildi; çok kalın bir petrollü seksiyon kesildi. Kuyu test edildiğinde, petrol alındı. Ancak şanssızlık burada da kendini gösterdi; petrol ağır (14 API) ve üretim zordu. Fakat sahanın Batman Rafinerisi’nin birkaç kilometre güneyinde olması büyük bir avantajdı. Saha ilave üretim kuyuları açılarak geliştirildi ve üretim artırımı için rezervuar mühendislerimiz çeşitli çalışmalar yaptılar. Güçlükler sürdü fakat başka imkanlar çıktı; çünkü arama çalışmalarının kuzeye kaydırılması yeni ufuklar açtı. O sırada Dodan-1 kuyusunda karbondioksit bulundu. Karbondioksitin Batı Raman’a enjeksiyonu üretim sorununa yardımcı olabilirdi. Öyle de oldu. Dodan sahasından Batı Raman’a boru hattı döşenmesi ve karbon dioksit enjeksiyonu ile Batı Raman yeni bir hüviyet kazandı.”
*“B.Raman Rezerv Bakımından Dünyanın Büyük Sahaları Arasındadır.”
“Mobil, Batı Raman’da  101 numara diye bir kuyu açmıştı. Burada petrol yok diye bıraktılar. Petrol ağır olduğu veya onların açtığı lokasyon cazip olmadığı için burayı terk ettiler.  Bir süre sonra biz Batı Raman’ı çalışmaya başladık.  Arkadaşımız Sait Şahankaya çok iyi bir jeologdu. Verdiği yeni lokasyon Mobil’in deldiği  101’den biraz daha yüksekçe bir yerdeydi ve Raman tarafına doğru olan kısmında yer alıyordu. Kuyudan petrol aldık. B.Raman petrolü  ağır petrol olduğu için üretimi problemli oldu, daha sonra ona karbondioksit enjeksiyonu yapılarak üretimi arttırıldı. B.Raman rezerv bakımından dünyanın büyük sahaları arasındadır.”  Rıfat Bayazıt
Çelikli-1’de keşif ; “ Yahu sen bizi öldürecekmisin?
Ferhan Sanlav anlatıyor; “Çelikli havalisinde yapılan sismik etütler, 3.000 metre derinliğinde ilginç bir yapı göstermişti. Burada  Çelikli-1 kuyusu açıldı ve kuvvetli petrol emarelerine rastlandı. O sırada Genel Müdürümüz İhsan Topaloğlu, bölgede bulunuyordu. Akşam olmuştu; birden kuyudan bir haber geldi: Çelikli’de petrol fışkırıyor. Haberi alan arabasına atlayıp Çelikli’ye gitmiş. Ben misafirhaneden çıkar çıkmaz Melih Genca’ya rastladım. Biz de yola koyulduk. Kuyuda görülen emareler üzerine kuyu asitlenmişti. Beklenmedik şekilde petrol geliyordu; gerekli tedbirler alındığı için herhangi bir yangın tehlikesi yoktu.
Rahmetli Melih o gün arabayı öyle bir hızla sürdü ki; defaatle “Yahu sen bizi öldürecek misin?” dediğimi hatırlıyorum. Bu keşif, aslında çok büyük bir keyifti.”
DAĞITIM – PAZARLAMA  VE SATIŞ İSTASYONLARI
“....İkinci mühim nokta olarak Mersin ve İstanbul Rafinerilerinin kurulmasını müteakip memleketimiz petrol sanayii  veçhesinin (yüzünün) değişeceği ve doğacak rakebet muvacehesinde  mahsul satışlarımızda  güçlüklerle  karşılaşılacağı; ileride satış  organımız olması  mutasavver bulunan(düşünülen-tasarlanan) Petrol Ofisinin satış hacmında günden güne düşüklük kaydedilmekte olduğu; Mersin Rafinerisi işletmeye açıldıktan sonra, rakibimiz durumuna geçecek olan tevzii (dağıtım,satış) şirketlerinin halen mahsullerimizin mühim bir kısmının satışını temin etmekte  olduğu; bu durumun mahsul satışlarımız üzerinde yapacağı menfi tesirler göz önünde tutularak, şimdiden tedbir alınması gerektiği; satış imkanları  ve organizasyonu  mevzuunda muhtelif teşebbüslerde bulunulduğu ; Petrol  Ofisine verilecek yeni veçhe (yüz) hakkında bir kanun tasarısı hazırlandığı, ancak müsbet bir safhaya getirilemediği; yakın bir gelecekte karşılaşacağımız rekabet mevzuunun  ehemmiyetle  telakki edilmesi lazım geldiği .......” 
Yukarıdaki satırlar Türkiye Petrolleri A.O’nın 1961 Hesap Yılı Tutanaklarından alınmıştır.
Petrol Ofisinin, TPAO’ya devredilmesi yönünde sürdürülen çalışmalardan bir sonuç çıkmayınca, her entegre petrol şirketinde olduğu gibi, TPAO, kendi pazarlama şirketini kurar. “Milli Petrol “ sloganı  ve  çok değişik, çağına göre çok modern ve hatta günümüzde bile mimarisi hala geçerli olan  kendi istasyonlarını kurar. Türkiye’de benzin istasyonlarında tuvaleti bulundurmayı ilk olarak, Türkiye Petrolleri zorunlu kılar. İlk önce Ankara Gölbaşı ve Balgat  istasyonları açılır. Konuyla ilgili olarak  TPAO 1964 Yılı Faaliyet Raporu’na bakalım :“1964 yılında  perakende satışlar için, 34 istasyonun inşaa ve tesis işleri ihale edilmiş, 32 akaryakıt istasyonu  işletmeye açılmıştır....Yapılan mimari  çalışmalar sonunda, kurulacak istasyonlar için beş standart tip tespit edilerek, projeler, bu tiplere göre hazırlanmıştır..”
Değişik mimarisi ile dikkati çeken TPAO istasyonları ilk önceleri Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa  gibi büyük şehirlerde, daha sonraları ise, başta  güney illeri olmak  üzere, yurdun her yerinde mantar gibi çoğalmaya başlar. Birçok istasyon diğer  şirketlerden vazgeçerek, TPAO istasyonu olmak ister. “Niçin ? ” sorusuna karşılık  TPAO’yu tercih eden bayiler soruyu şöyle cevaplarlar; “ Hem diğerlerinden litrede 5 kuruş daha ucuz, hem milli petrol ve en önemlisi bize gösterilen ilgi. Bir problem çıktığında, direkt olarak karşımıza bölge müdürü çıkıyor. Eskiden böyle değildi, karşımızda muhatap bile bulamıyorduk.” 
Hızla  çoğalan istasyonlar  ile birlikte, TPAO istasyonlarının  Petrol Ofisi’ne  devredilmesi yönünde  siyasi bir rüzgar esmeye başlar. Selahattin Özkan anlatıyor : “Maalesef, TPAO, siyasi baskılar sonucu, her nekadar zamanın yönetiminin de  direnmesine rağmen istasyonlarını kapatmak zorunda kaldı. İstasyonlar çok kısa zamanda çoğalırken, Petrol Ofisi baktı ki; bütün piyasa elinden gidiyor, devreye siyasiler sokuldu. O zamanlar Türkiye’deki  çoğu   siyasiler Petrol Ofisi ile irtibatlıydı. Bütün illerde  ileri gelenlerin bir istasyonu vardır. 2-3 kişi ortaya para koyar istasyon çalıştırırlar, kendileri burada, Ankara’da politika yaparlardı. Kredi isterler, kredinin geri dönüşünü yapmazlar, siyasi baskılarla durdururlar. Onun için Petrol Ofisi bir türlü toparlanamamıştır...1968-69 senesinde Demirel Hükümeti, başbakanın da istememesine rağmen, diğer parlementerlerin baskısıyla,  bizim istasyonların hepsini elimizden aldı, Petrol Ofisi’ne devretti. Sonra, bu istasyonların devir paralarını  bile vermedi.  Bizi uzun bir  süre  süründürdü,  zannederim bir kısmı hala alınamamıştır.”
Rıfat Bayazıt  anlatıyor : “Özellikle petrol kökenli Türkiye Petrolleri yöneticileri, Türkiye Petrolleri’nin  bir entegre petrol şirketi olması için çok çaba sarfetmişlerdir. Bu konuda da kısmen başarısız kaldıkları bir şey vardır, o da, pazarlama kısmını gerçekleştirememişlerdir. Bilindiği gibi entegre petrol şirketi demek; aramasıyla, taşımasıyla, rafinajıyla, pazarlamasıyla bir bütün demektir. Türkiye Petrolleri arama çalışmalarında çok başarılı olmuştur. Üretimi de oldukça iyi bir şekilde artarak gitmiştir. Yalnız beyaz ürün pazarlamasında Petrol Ofisi’nin yaptığı bu işi elinden alamamıştır. Bu, benim kanaatime göre bir başarısızlıktır. Bu bizim başarısızlığımızdan daha çok, belki de politikacıların başarısıdır. Bu konuda size bir anımı anlatayım: Korkut Bey genel müdür ve ben de genel müdür muaviniyim. Bir gün, bir arkadaşımla beraber, Petrol Ofisi’nin Türkiye Petrolleri’ne devri için bir kanun taslağı üzerinde çalışıyorduk. Korkut Bey kapıyı açtı, girdi “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Ben de “Efendim, Petrol Ofisi’nin bize devredilmesi konusunda bir kanun taslağı üzerinde çalışıyoruz” dedim. O meşhur hazırcevaplılığıyla hemen bana dedi ki; “Arkadaşlar, derhal bunu bırakın, bundan vazgeçin. Çünkü biz Petrol Ofisi’ni devralmaya çalışırsak bu ilerde döner dolaşır, onlar bizi devralır. Sebebi de şu:  “Bizim hiçbir kasabada,vilayette şubemiz, ofisimiz falan yok. Petrol Ofisi’nin ise her kasabada bir bayii vardır. O bayi de mutlaka bir partinin başkanıdır. Dolayısıyla biz onlarla baş edemeyiz” dedi. Biz kendisini haklı bulduk ve bundan vazgeçtik.
Ben şahsen çok üzgünüm ki; Türkiye Petrolleri gibi çok gelişmiş ve seçkin bir kuruluşun elinden bu şeyler gereksiz yere alınmış ve mali kaynaklarına bir kısıtlama getirilmiştir.”
Akif Güneri konuyla ilgili görüşünü aktarıyor: “Yabancı petrol şirketleri bir ülkeye girdikleri zaman o ülkenin başkentinden en ücra köşesine kadar petrol istasyonları açarlar. Bu istasyonları, (işletmesini) her yörenin etkin insanlarına verirler. Dolayısıyla o ülkede yönetimi çeşitli biçimleriyle lobileri ele geçirirler. Petrol şirketlerinin dünya ekonomisinde  ve siyasetinde ağırlığı bundadır. Türkiye Petrolleri bu imkanlara sahip olacak bir şirket iken, siyasilerin   günahı nedeniyle böyle olmuştur.”
BATMAN-DÖRTYOL PETROL BORU HATTI
Rıfat Bayazıt anlatıyor: “Batman Bölge Müdürüyken, arkadaşlarım Sait Şahankaya, Selahattin Malkoç ve Melih Genca ile , Güneydoğu Anadolu’da bir iki yeni petrol sahası bulunmasından ve üretim artışından cesaret alarak 1961’de Batman’dan İskenderun körfezine bir boru hattı döşenmesiyle ilgili 4-5 sayfalık bir ön fizibilite raporu hazırladık.
İhsan Topaloğlu, bu projeyi yürütmek üzere beni görevlendirdi. Müşavir Mühendislik hizmetleri için ABD’li Brown and Root Firmasını seçtik. Nihai proje hazırlanması esnasında ABD’ye gittim ve üç ay Houston’da kalıp Brown and Root’a yardımcı oldum.
İhale safhasındayken Sayın Başbakan Yardımcısı Süleyman Demirel, bizi Başbakanlığa çağırdı. Hakkı Feyzioğlu ile beraber gittik. Süleyman bey çok iyi bir mühendis olması hasebiyle, bizi detaylı bir sorgulamaya tabi tutu. “Herşey tamam da bu projenin bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlanacağına inanmıyorum” dedi. İş planlandığı gibi 33 milyon USD’ına mal oldu ve planlandığından da bir ay önce, 11 ayda bitti.
Projeyi beş ayrı ihaleye bölmüştük, ilk ihalede, 494 km’lik boru alınmasında, sevimsiz bir tutumla karşılaştık: Japon firmaları 212 km, Avrupalılar ise kalan 282 km için teklif vermişlerdi. Fiyatlar aynı ve de %15-20 kadar yüksekti. Belli ki aralarında anlaşmışlardı.
Bu arada, Mitsui Firması’nın İstanbul temsilcisi olan ve tanımadığım genç bir Japon arkadaş telefonla randevu alarak bana geldi. “Tokyo’dan talimat aldım. Size yardımcı olabiliriz diye düşünüyoruz.” dedi. “Bu birleşmenin etik olmadığı kanısındayız. Bizim bu ihaleyle ilişkimiz yok; biz sizi Tokyo’ya götüreceğiz ve onlarla( teklif veren Japon firması) tanıştıracağız o kadar. Bu seyahatin çok gizli yapılması gerekiyor” dedi.
O, Panam ile Esenboğa’ya gelecek biz de o uçağa binecek ve ayrı ayrı oturacaktık.
İhsan Topaloğlu beye durumu anlattım ve gizlice Tokyo’ya gittik. Tahran’da yana oturduk. Genç Japon arkadaş “Gelmekte olduğumuzu Tokyo’ya bildirdim.” dedi.
Tokyo’da boru imalatçıları temsilciliğiyle pazarlığa oturduk. Pazarlık sırasında daha önceden tanıdığım bir Japon arkadaşım bana yardımcı oldu! Fiyat 212 USD/tondan 181 USD/tona düştü ilave olarak  %2 peşin indirimi de  aldık.
Japonlara “Avrupa’daki firmalar bize kalan 282 km’lik boruyu vermezlerse ne olacak?” dedim. Kendilerinden teminat vermelerini istedim. Hemen hazırladıkları mektubu bana verdiler. Daha aradan yarım saat geçmeden bana gelip o mektubu geri vermemi istediler. Ben de işte mektup diye cebimden çıkarıp tekrar cebime koydum. “Bunu size vermeyeceğim.”dedim.
Ankara’ya döndüğümün ertesi günü Avrupa’daki konsorsiyumun yetkilisi geldi. Sonradan öğrendim ki De Gaul’ün çok yakın arkadaşıymış. Çok kısa bir sürede, bir iki saat içinde anlaşmaya vardık. Fiyat Japon fiyatlarıyla denk olacaktı. Japon fiyatı CİF’ti. Bundan Japonya-İskenderun gemi nakliye fiyatını düşüp FOB fiyatı bulduk. “ Bir isteğim daha var ; boruyu kredili vereceksiniz.” dedim. “Tamam” dedi.
O zaman ki Hazine Genel Müdürü Kemal Cantürk beye telefon ederek kredili alacağımızı söylediğimde çok sevinmişti.
İhsan Topaloğlu anlatıyor: “ATAŞ, yabancı şirketler tarafından oluşturulmuştu. İPRAŞ, TPAO ile Amerikan şirketi Caltex ile ortaklaşa kurulmuştu. Batman Rafinerisi ise, tümüyle TPAO’nundu ve yerli ham petrol işliyordu. 1961 yılında TPAO olarak Sanayi Bakanlığı Petrol Dairesi’ne başvurarak: ATAŞ tam kapasite çalışırsa, Batman Rafinerisinin üretiminin düşebileceğini, hatta bu rafinerinin kapanma tehlikesi ile karşı karşıya gelebileceğini, onun için yerli üretim petrolün öncelikle satılması gerektiğini bildirdik. ATAŞ’ın kapasitesi 2.5 milyon tondu. Memleketin gereksinimi de, o kadardı zaten. Satış ve dağıtım işleride %75 oranında yabancı şirketlerin elindeydi. Petrol Dairesinde kıyamet koptu. Dediler ki, “Onlar (yabancı şirketler) istedikleri kadar petrol ithal edebilirler, ‘Batman Bölgesinde ürettiğiniz  ve koyacak yer bulamadığınız  petrolünüzü icap ederse ihraç edersiniz’. Nasıl ihraç edeceksin ? O zaman petrol boru hattı yok, petrolün miktarı az. Olanaksız gibi bir şey.” Israr ettik. Petrol Yasası’na göre , böyle bir ithilafta Sanayi Bakanı bir komiser atıyordu. Eski bir yargıç olan Dr.Osman Tolun komiser atandı ve toplantı yapıldı. Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim: TPAO ulusal bir kuruluş. Karşımızdaki yabancı şirketler,  bizim isteklerimize ( önce yerli  petrol işlensin, ve satılsın )  Petrol Yasası’na aykırı olarak karşı çıkıyorlar. Petrol Dairesi de, bizim karşımızda, yabancı şirketlerin yanında. İşte o toplantıda bizi Prof. Muammer Aksoy ve Özer Derbil savundular. Toplantı sonrası, komiser  konuyu ortada bıraktı . Sanayi Bakanı, komiser raporunun üstüne 2-3 ay yattı. 19 Ocak 1962 de konu Akis dergisinde yayımlandı. Haber çıkınca, bakan lehimize karar verdi. Ancak, bir hafta sonra kararını değiştirip, tam aksini yaptı. Biz de kararın iptali için Danıştay’a başvurduk...
Biz (içinde bulunduğumuz sıkıntıları ve) petrol davasını anlatmak için Batman’a uçakla, parlemento heyeti götürmüştük. Muammer Erten, durumu orada yakından görerek, haklılığımızı Başbakan İnönü’ye aktarmış...
Mayıs-1962 ayına doğru Batman rafinerisi duracak duruma geldi. Depolar dolmuştu. Başbakan İnönü olaya müdahale etti ve öncelikle Batman rafinerisinden  çıkan petrolün satılması kararlaştırıldı. Danıştay da lehimize karar verince petrol davasının ilk aşamasını biz kazanmış olduk... 
 ...1966 yazında, benim yerime TPAO Genel Müdürlüğü’ne gelen Turgut Gülez boru hattının sermaye piyasası yaratmak amacıyla 200 milyon liraya satılmasını istedi. Ben ve Muammer Aksoy, gazetere, boru hatının satılmayacağını, satılmak istendiği para olan 200 milyon liranın hattın bir yıllık kazancı olduğunu dile getirdik. Hayri Domaniç, Ekrem Gürsu adlı profesörler, bize karşı çıkıyorlardı. Konuyu, İsmet İnönü’ye götürdüm. İnönü, 24 Eylül 1966’da CHP İstanbul İl Kongresi’nde bu konuyu gündeme getirdi ve “Eğer boru hattını satarlarsa, elime ilk geçen fırsatta nominal değeri üzerinden geri alırım” dedi. Genelkurmay Başkanlığı’nın da, boru hattının satılmasının aleyhinde olduğunu duymuştuk. Epey kavga verildi satılmaması için ve sonunda boru hattı TPAO’nun elinde kaldı.”
SERMAYE ARTIŞI ÜZERİNE TARTIŞMALAR
İhsan Topaloğlu anlatıyor: “TPAO’nun 75 milyon liralık sermayesini, 150 milyona çıkarmaya karar verdik. TPAO’nun sermayesinin yüzde 51’i A grubu hissesi adı altında, B grubu hissesi adı altında da yüzde 8’i hazineye, diğer hisseler de Sümerbank, Etibank, Emekli Sandığı, İş Bankası ve birkaç şahısa aitti. Sermaye artımı için yaptığımız çağrıya, İş Bankası ve özel kişilerden yanıt gelmedi. TPAO, kârının ancak yüzde 10”unu temettü olarak dağıtıyordu. Onlar için yüzde 10’un bir çekiciliği yoktu. Elimizde 18 milyon kupür kalmıştı, ilana çıkardık. Kimse talip olmadı. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile temas kurduk, bunları da Maliye Bakanı’nın onayıyla OYAK aldı. O dönemde Yüksek Denetleme Kurulu Başkanı, yeraltında bulunan petrolü de sermayeden saymak gerektiğinde ileri sürerek, sermaye artışına karşı çıktı. Adalet Partililer (AP), TBMM KİT Komisyonu’nda bunu sorun edip, dönemin Maliye Bakanı Ferit Melen ile bizi Yüce Divan’a göndermek istediler. Biz de; Anayasaya göre; yeraltı servetlerinin devletin tasarrufu altında olduğuna ilişkin bir raporu komisyonda okuduk.”
ARAMANIN LEVHA TEKTONİĞİ KAVRAMIYLA TANIŞMASI
Dursun Açıkbaş anlatıyor: “Ülkemizdeki petrol üreteminin %99’nun sağlandığı Güneydoğu Anadolu, Arap –Afrika Levhasının kuzey kenarında bulunur. Arap kıtasal platformun kuzeyinde Toros  Dağ oluşum kuşağı yer alır. Yerli (otokton) şelf çökelleri, batıda Kahramanmaraş’tan başlayarak doğuda İran sınırına kadar olan alanda yer alan bir sürükleme düzlemi boyunca, orojenik kuşağa ait sürüklenim örtüleri altında devam etmektedir.   Süreklenim örtüleri altında kuzeye devamlığı bilinen Arabistan Levhası’nın kuzey sınırının belirlenmesi petrol aramacılığı açısından arama alanlarının sınırının belirlenmesi için  son derece önemlidir.  
1970 yılından önceki dönemde; TPAO’da çalışan yerbilimciler allokton sürüklenim kütlelerini temel olarak kabul etmişler ve Bitlis Masifi olarak adlandırmışlardır.  
Sözkonusu dönemde, TPAO’da ‘Levha Tektoniği’ kavramı henüz yeterince bilinmiyordu. Gayet açık bir biçimde hatırlıyorum; Mobil Şirketinden bize gelen Zeynel Malal ağabeyimiz  levha tektoniği konusunda belirli bir bilgi birikimine sahipti. Zaman zaman  toplantılarda konuyla ilgili bazı görüş ve önerileri gündeme getirdiğinde  hiç bir şekilde kabul görmüyordu. Çünkü TPAO’nun o dönemdeki önde gelen aramacı kadrosu böylesine değişik bir tektonik modeli bilmediklerinden ve yeterince yeniliklere açık olmadıklarından “Neden bahsediyorsun? Böyle bir tektonik model olur mu?” diye bir türlü kabullenmiyorlardı. Zeynel bey sınırlı teorik bilgisiyle  görüşünü savunma yönünde çaba gösteriyor, ancak karşı grup inatla anlatılanları, anlamamakta direniyorlardı.”  
* “ Bizler Kulelerde Görev Alan İlk Petrol Mühendisleriyiz.”
“Bizler  İTÜ Maden Fakültesi Petrol Mühendisliği Bölümü’ nün 2. mezunlarıyız. Bizden  önce Doğu Karaoğuz vardı. Bizim dönemde ben, Servet Sertçeoğlu, Mehmet Yamaç, Ahmet Uyduran, Feridun Gültekin, Argun Gürkan ve Ömer Öğütçü vardı. Argun Gürkan askere gittikten sonra, şirkete dönmedi, üniversiteye gitti ve daha sonra profesör oldu. 1965 yılında Şirkete girdiğimizde, hepimizi stajyer mühendis olarak kulelere dağıttılar. Beni Çelikli sahasında Atabağı-1 kulesine gönderdiler. Kamp şefi Aydın Güzelce, Baş Sondör Muhittin Eren’di . Çok iyi bir ustaydı. Sondajcılığı öğrenmeye çalışıyoruz, hiçbir mesuliyetimiz yok. 6 ay sonra, kulemiz olsun istedik. Müdürümüz Güntekin Köksal’dı. Yanına gittik, dedik ki: ‘Kendi kulemiz olsun istiyoruz.  Sorumluluk almak istiyoruz.’  ‘Siz bir kule kaç para biliyor musunuz?’ diye bizi kovaladı. Ama yılmadık, sürekli yanına gittik, sonunda Ahmet Uyduran ile ikimize kule verdiler. Bir müddet sonra diğer arkadaşlara da kulelerini verdiler. Benim kulem Mağrip ’te Oil Well-96 kulesiydi. Bir süre sonra National 50-A/1 diye bir kule daha verdiler, ikisinin birden sorumlu mühendisi ben oldum. Daha önce kule mühendisleri Bumin Gürses, Esat Can, Ertan Karahan  maden kökenliydiler. Kulelerde görev yapan TPAO’nun  ‘ilk petrol mühendisleri’ biz olduk. O zamanlar, kuleler, ustaların yönetimindeydi, Çok başarılı ustalarımız vardı. Onlara teşekkür borçluyuz. Ancak tam bir geçiş dönemi yaşanıyordu ve üst yönetim bile Türkiye’de okumuş petrol mühendislerinin  ne kadar sorumluluk taşıyacaklarını kestiremiyorlardı.  Ancak, biz sahalara çıktıktan sonra, bu görüş yıkıldı.” 
Türkiye Petrollerinde öğretilmeyen kurallar vardır. Görerek yaşarsınız. Kuyuda bir hadise olmuşsa, bunu bir üstünüze aktarırsınız. Kendi düşüncenizi de çare olarak söyleyerek aktarırsınız, sizin söylediklerinizle, üstünüzün görüşleri paralelse - tamam öyle yap- der; değilse -öyle değil böyle yap- der. Operasyonların hiç biri, üst bağlantı olmadan gerçekleşmez, mümkün değildir. Bizim zamanımızdaki Baş Sondör’ler örneğin, benim ilk çalıştığım Kerim Erkal usta, çok ilgili davrandı bana(NASIL ?) . Kuleye gitmek için arabamız yoktu, o götürürse giderdik, gitmesek te lafı biz işitirdik. Gerçi büyüklerimizin  bize bağırmaları, bizi işe bağlamak için yapılan şeylerdi.”    Yalçın Altan
*Sondaj Kampları ve Kamp Düzeni-1963
“1963 senesinde sistem şöyleydi. Uzaktaki kamplarda, bir kamp düzeni vardı. Yakındaki kulelerde ise mühendis barakası bile yoktu. Yemek kavramı yoktu ve  işçi yanında kumanya getirirdi. 1963-1964 lerde ilk barakalar Çelikli’ye geldi. –Nisyan-barakaları derlerdi. Bir İsveç firması “ Nisyan “ barakalarına benzediği için, böyle denmiş. 1965-1966 yıllarında ise onlara benzeyen barakalar,  Profilo’ya yaptırıldı ve yakın kulelere konuldu. Bu barakaları jeologlarla paylaşırdık. Daha sonra ise yemek düzeni geldi. Yemek düzeni Tuncay Tümay, Oktay Şerafettinoğlu zamanında başladı. Önceleri işçinin düzgün beslenebilmesi için gerekli olan yemek konusunda çok mücadele vermiştik. İşçi sendikası bu konuda pek bilinçli değildi. Yemek çıkmaya başladığında işçiler kendilerinden yemek parası kesildiği için pek mutlu olmadılar ama zaman içinde alıştılar.
Batman da çok ciddi boyutlu bir malzeme ikmal düzeni vardı. Ama genel düzen içindeki ikmal düzeni sürerken, bunun sondaja yönlendirilmesi daha sonraki yıllarda olmuştu. Sondaj kendi bünyesinde ikmal düzenini kurmuştu. Bunun sebebi, daha ekonomik olan çalışmayı gerçekleştirmek, daha süratli  olmak, süratle malzeme kontrolünü yapabilmek. Bir çok uzun seneler, ambarda hangi malzememizin olup  olmadığını bilmeden çalışmıştık.’ Yalçın Altan
IGSAŞ-Amonyak ve Üre Tesisleri :
Hasan Göker anlatıyor: “Rafinerinin ortasından geçen Ağa Deresinin batısında birkaç yüz dönümlük düzgün ve sağlam bir arazimiz boş duruyordu. Ben bu alana hep amonyak ve üre tesisleri kurmayı düşünüyordum. Zira o tarihlerde yalnız, 1950 lerin ikinci yarısında kurulmuş 150.000 ton/yıl  kapasiteli, % 25 lik azotu havi kalsiyum amonyum nitrat üreten Kütahya tesisleri vardı. Biz, yılda 300.000 ton üre (%43 azotlu) üretebilirdik. O zaman planlama müsteşarı olan  Turgut Özal: “Sizin gübreyle ne işiniz var? Siz petrolcüsünüz.” dedi. “ Biz, bu tesisin hammaddesi olarak rafineri hambenzinini (nafta)  kullanacağız.” dedik. Bu iş için tecrübeli işletme elemanları ve hertürlü alt yapı ve yardımcı tesisler zaten hazırdı. İkna oldu ve “ Haydi yapın bakalım.” dedi.
TPAO ile, yüzde 60/40 ortak olarak İGSAŞ’ı (İstanbul Gübre Sanayi A.Ş)  kurduk. Ben, murahhas üye idim ve yönetim kurulu başkan yardımcılığını üstlendim. Dünya Bankası’ndan kredi almak için çalışmaya başladık. İki defa Washington’a gittik. Bu gezilerin  ilkinde heyet başkanı TPAO Genel Müdürü Korkut Özal, ikincisinde ise Selahattin Özkan’dı.        
Dünya Bankasında bir salonda toplandık, bizden geniş izahat istediler. Sorular sordular. Nasıl bir proje organizasyonu düşünüyorsunuz? dediler. Biz, Rafineri 2. tevsiini yeni bitirmiştik ve ben zamanımın yarısını proje şantiye ofisinde geçiriyordum.
Bir kara tahta istettim ve tahtaya 13.5  kişiden oluşan bir proje teşkilatı çizdim. Bu teşkilat proje müdürü, maliyet mühendisi, muhasebeci, kilit ofis elemanları ve 5 adet enspektörden oluşuyordu. Buçuk  kişiyi de rafineriden yarım günlüğüne ödünç vereceğim personel şefi oluşturuyordu. Adamlar hayran kaldılar ve hemen krediyi onayladılar. Tesis 36 ayda tamamlandı. Rafineri Müdürü Turgut Öğmen’i bu işin başına getirdik. 1974’de tesis işletmeye açıldı.”
JEOFİZİK  GÖLBAŞI’NI  MESKEN TUTUYOR
Fahrettin Baturer anlatıyor: 1972 yılına kadar sismik etütler müteahhit yabancı şirketlere yaptırılırdı.. 1971 yılı sonunda GSİ firması ile bütün ekibin alet araç ve gereçlerinin TPAO’ya devredilmesi şartı ile 3 aylık bir anlaşma yapıldı. Ve ben Özer beyin emri ile gravimetre ekip şefliğini bırakarak bu ekibin kamp amirliğine getirildim.
1972 Ocak ayından itibaren ekibin bütün araç ve aletlerini İskendurun’daki depolarda  bakıma tutarak araziye hazırladık.
Mayıs başında  tamamen TPAO personeli ile , 1 tek observer hariç Trakya’da çalışmaya başladık. Yetişmiş obzerverimiz olmadığından  GSI firmasından  bir ecnebi observer kiralandı. Arazi mevsimi sonu Ankara’ya döndük:
O zaman Gölbaşı tesislerinde Mithat Tolgay beyin müdürü olduğu Araştırma  Şubesi çalışıyordu. Jeoloji ve gravimetre ekipleri araçlarını park ediyor ve kamp malzemelerini de kendilerine ayrılan bir depoya koyuyorlardı.
Eskiden oto tamirhanesi olarak büyükçe bir bina  ile Mithat beyin  tahsis ettiği 2 oda ve bir depoya ekibi yerleştirdim. Ocak ayı başında servis şefimiz Yalçın bey  Diyarbakır’a giderek Türkiye’yi terk eden Prakla firmasının bütün araç ve malzemelerini  teslim almamı söyledi.
Geçici kadrolu şöförlerimizi toplayarak Diyarbakır’a gittik. Bütün malzemeleri çalışır durumda olan araçlarla, çalışmayacak kadar kötü olan araçları  da tren ile  Ankara’ya getirdik. Araçlar benzinli  unımog kamyon ve landroverdı.
Oto atelyesi yanındaki depoya oto yedek parçalarını yerleştirdim. O kış çok üşüdük; hava ayaz, ısınacak tek bir elektrik  sobamız  var  ve  depo büyük.
Yeni gelen araçların ve ilk kurduğumuz ekibin bakım ve onarımlarının yapılıp sezona yetişmesi lazım. Bu işleri piyasada yaptırmamız imkansız. Gölbaşı’nda tamirhane kurulmasına karar verildi. Mercedes ustası Adil Koyuncu  ile bir kaporta ve oto boya ustası işe alınarak  diğer ekibin personeli ile takviye edilip, Ocak ayı sonuna doğru bakım ve onarım faaliyetine başladık. Büro olarak kullandığımız odayı gaz sobası ile ısıtıyorduk. Atelyede her hangi bir ısıtma olayı yoktu. Mutfak olarak, arazide kullandığımız treyleri kullanıyorduk.
Faruk Koloğlu da işe başlıyarak, Gölbaşı’na geldi. Faruk ile beraber bütün araçların bakım ve onarımlarını tamamlayarak ki: bu araçlar 13 kamyon, 15 landrover, 3 karavandan oluşuyordu. Mayıs ayı ortalarında ekipleri araziye hazır vaziyete getirdik. Bütün araçları, TPAO rengine boyatmış ve  amblemlemiş olarak sıraya dizdik. Hepsi pırıl pırıl olmuştu. Yalçın bey, Özer bey ve Ferhan bey teftişe geldiler. Ferhan bey araçlara bakarak “Baturer; iyi güzel de, bunların maliyeti ne oldu?” dedi. “Ben hesapladım pek fazla değil.” dedim. Nerden hesaplayacağım? O zaman bizim öyle mali büromuz falan yok. Lazım olduça harcıyorum. Rotatif avansım azalınca faturaları muhasebeye gönderiyorum,  bana tekrar avans gönderiyorlar. İşi böyle yürütüyorum.
O kış iki ekip hazırladık. Ekibin biri DSF-IV sondajlı diğeri DSF- II Jeoflex. Sondajımız yok. Agbo firması ile sondaj anlaşması yapıldı. Faruk, Sismik-1 Jeoflex ekibi ile Trakya’ya bende, yeni kurulan Sismik-2 ile Güneydoğu’ya gittim. Böylece kendi ekiplerimiz ile TPAO faaliyetlerine devam etmiş oldu. Bu arada  Doğan Fırat ve Kazım Bayülgen obzerver olarak yetişmişlerdi. Yeni obzerver yetiştirmek üzere fizikçi Esat Anter ve Müjdat Değiş te işe alınmıştı.
1973’ün sonunda ihaleye verilen modern çelik konstrüksüyon kaloriferli atelye binamıza yerleştik. 1979 yılı sonunda da şimdiki  idari binanın ihalesi verildi.”
“‘TPAO Sevgisi’ni ve ‘Arama Bilinci’ni, yerbilimci dostlarımdan öğrendim”
Dursun Açıkbaş  anlatıyor : “1968 yılı başında Batman Bölge Jeoloji Müdürlüğü’nde kuyu jeoloğu  olarak göreve başladım. İlk görevim Malehermo-3 kuyusunda kendisine çok şey borçlu olduğum, Doğu Tuna’nın yanında yardımcı olarak çalışmak oldu. Doğu, son derece disiplinli ve özveriyle çalışan  sürekli kendini yenileyen, okuyan ve araştıran bir kuyu jeoloğuydu. İzleyen dönemde; Suriye sınırında, Cizre–Nusaybin arasında yer alan ve TPAO yönünden son derece  büyük öneme sahip, Dinçer-1 kuyusunda Önder  Erdal ile birlikte kuyu jeoloğu olarak çalıştım. Önder Erdal da  Doğu Tuna gibi son derece üstün niteliklere  sahip çalışkan ve disiplinli bir arkadaşımızdı.  
“Okan Özdemir’i  örnek olarak alırdık.”
..Aynı dönemde, kuyu jeoloğu olarak çalışan çok değerli bir meslek büyüğümüz olan Okan Özdemir yer altı jeolosinde ve kuyu jeolosinde bir idol durumundaydı.  Herkes onun çalışma biçimlerini, başarılarını, çalışma tarzını, inanılmaz gayretini, öğrenme ve gelişme arzusunu birbirine anlatırdı. Onun yaptıklarını daima kendimize örnek alır ve kendisini bir rehber olarak görürdük.  
Öylesine bir çalışma ve direnme arzusuna sahipti ki; Suvarlı Kuyusunda kuyu jeoloğu olarak çalışırken, Adıyaman-Gaziantep yolunda çok yoğun kış koşulları altında trafik kazası geçirmiş ve bacağı kırılmıştı. Ancak o kırık bacağına  rağmen çalışmaya devam ediyordu. Çok ısrar edilmesine  rağmen başladığı bu  kuyuyu bitirmek için çok büyük bir mücadele vermişti.  
“Kuyuyu sonuna kadar takip etmek onur meselesi idi.”
“…Kuyu jeologlarının görevli oldukları  kuyulardaki çalışma süreleri kesinitsiz olarak 24 saat devam ederdi. O dönemde bizler için, aldığımız kuyuyu son derinliğine kadar takip edip bitirmek büyük bir hedefti. Bu bizim içimize işlemiş vazgeçilemez bir arzuydu. Kuyulardaki hizmet süremiz bazen bir yılı aşardı. Bazen bu uzun dönemde hiç evimize uğramadan görevimizi sürdürürdüğümüz olurdu. Başladığımız kuyuyu bitirmek ve başkalarıyla paylaşmamak bizim için bir onur meselesiydi.   Ben bu çalışma anlayışını ve özverili çalışma disiplinini sevgili aramacı dostlarımdan öğrendim. Onlar aynı zamanda bana arama bilincini ve direnme gücünü aşılamışlardır. O anlayış bizlerde mesleğe ve şirkete bağlılık duygusunu yaratmıştır. Kendilerine çok şey borçlu olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum.”  
*DİTAŞ Nasıl Kuruldu-1974
Hasan Göker anlatıyor : “Uluslararası petrol şirketler tanker işletmecilerinin tekeline karşı  koyabilmek için taşıma ihtiyaçlarının yaklaşık %20 ‘sini kendi tankerleriyle taşıma yolunu seçiyorlardı. DB Nakliyat da sürekli yüksek taşıma ücretlerini bize empoze etmeye çalışıyordu. Biz de  ‘time charter’(süreli kira) ‘bare boat’ (donanımsız) olarak tankerler kiralayarak taşıma maaliyetlerimizi uluslararası reakabet seviyesinde tutmaya çalışıyorduk. İPRAŞ bayrağını  taşıyan 4-5 tankerimiz olmuştu. Sonunda  Ditaş’ı kurmaya karar verdik. DB nakliyatçılar şiddetle karşı ve siyasi baskı yapmaya çalıştılar. Biz de Donanma Vakfını da şirkete %10 hisse ile  ortak almak suretiyle bu engeli aştık. Şirketin stasünü 3-4 hafta içinde hazırladık. Şirketin organizasyon  şemasına  iş tariflerine (8-10 kişi) ve ücret skalalarını hazırladım. Sekreterim aynı zamanda Ditaş’ın yönetim kurulu sekreterliğini yaptı. İstanbul Ofisimizden Ticaret Müdür  Muavinini de Ditaş’a  Genel Müdür Vekili olarak atadık. İpraş’ın tanker kiralama ve taşıma işlerini zaten o yürüttüğü için işe hemen intibak etti. Bu arada İPRAŞ’ da murakıp olan Em.Kor Amiral Rafet Armonu da  Donanma Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliğine atandı. Böylece işlerimiz biraz daha rahat yol alır oldu.
Büyük hissedar TPAO’nun o  zamanki genel müdürü, arkadaşım Raşit Ceylan yönetim kurulu başkanı, ben de başkan vekili  ve murahhas üye olarak görev aldım. Böylece kısmen kendi gemilerimiz, kısmen DB  Nakliyat tankerleri ve kısmen  de dış piyasadan ‘spot’ veya ‘time charter’lı gemiler kiralamak suretiyle ham petrol ve ürün taşımalarımızı garanti altına almış olduk.”
TPAO Kendi Sismik Ekibini Kuruyor
Yalçın Umurtak anlatıyor: “En korktuğumuz şey, bizim  kendi ekibimizi  kurmamızdı. Kendi ekibimizi kurduğumuzda, ‘teknolojik bakımdan geri kalacağız,  teknik desteğimiz olmadığı için  bir arıza olduğunda  yanlış bir şey yapacağız, böylece eski yapılmış işleri de tehlikeye sokacağız’ diye çok tereddüt ettik. Müteahhit firmayla anlaşma yaparken, müteahhitten  kendi teknik adamlarının yerine Türk personel koyacağımızı şart koştuk. Zaman içinde yabancı personel azaldı, bir tek observer kaldı. Bu arada da bizimkiler işi öğrendiler. Bizim  kendi  sismik ekibimiz ile daha rahat, daha randımanlı ve daha özverili   çalışacağımızı, biliyorduk.
.. Bu projenin  ilk aşamasında, ilk sene Prakla ekibinde observer yardımcılığı yaptım. Prakla’cılar  beni önceleri  elektronik kayıt sisteminin içine bulunduğu recorder kamyonuna sokmuyorlardı. “Ben gidiyorum.”dedim. Bizimkilere söyledim; ‘beni çalıştırmıyorlar’ diye. Hemen gerekli talimat verildi ve  beni recorderin içine soktular. Recorder’ın içine girdim ama ben  yine hiçbir şey bilmiyorum. Adam anlatmıyor ki; ben öğreneyim. 2 ay sonra ‘recorderci’ gidecek ve ben recorderi kullanacağım. 3 ay geçti recorder karşımda ama  ben hala kaldığım yerdeyim. Adam gelip işini yapıp dönüp gidiyor. Ben yine gittim Ferhan Bey’e “Efendim ben bu recorderi kullanacak duruma hala gelemedim, öğretmediler bana, haberiniz olsun.” dedim. Ertesi hafta Ferhan bey geldi ekibe, ekip şefini çağırdı. Dedi ki: “ Bir ay sonra obzerveriniz buradan gidecek ona göre programınızı yapın. Onun yerine Yalçın çalışmaya başlayacak.” ‘Yalçın nasıl çalışır, tecrübesi yok falan’ dediler. Ferhan bey “Tamam; size bir ay süre veriyorum. Eğer siz Yalçın’ı o seviyeye getiremeyecek durumdaysanız, o zaman biz getireni buluruz.” dedi ve gitti. Bu sefer biz geceleri de çalışmaya başladık. Adamlar o zamana kadar günde 10 atış yapıyorlardı. Biz  eğer 20 kuyu hazırlanmışsa  20 atış yapıyorduk günde. İki misli iş çıkmaya başladı.” 
Observer Doğan Fırat  anlatıyor: “1971 de bu işi biz de yapabiliriz demeye başladık. 1972 nin planlaması yapılırken, GSI ekibinin teknolojinin gerisinde kalan bir aleti var. Bu aletin  yenisinin yapılacağını öğrenince, biz yukarıya şöyle bir teklifte bulunduk: Bu adamlara iş verin, onlar bir müddet çalışıp, aletleri bize bıraksınlar ve gitsinler. Biz o zamanlar, kiralama yöntemiyle mal sahibi olmayı keşfetmişiz. Teklif kabul edildi. Özer bey biraz ihtiyatlıydı. Onlardan bir elektronikçiyi tutup, işe koyulduk. GSI ekibinin yaptığı toplam işin 2,5 mislini ürettik km. bazında. Onların elektronikçileri, ‘bu Türkler hiç uyumaz mı?’ derdi. Bu işi yapabildiğimiz anlaşılınca  yöneticiler   yeni alet almak istedi. 1973 yılında araziye çıkartmak için DPS- 4’ü ısmarladılar. Bir versiyon atlamış olduk ve ekipler ikiye çıktı. İşler daha da iyi olunca bir alet daha ısmarlandı. Böylece kendi sismik ekiplerimize sahip olduk.”        
Nejat Pekcan anlatıyor: “ Yabancıların ekibinde o zamanlar 18 tane teknik eleman vardı. Gelen yabancı  topografını, recorder çalıştıracak olan obzerver’ini sondaj yapacak sondörünü, sondör yardımcısını ve şoförünü kendisi getirirdi. Biz aramızda konuşurduk: ‘Bunları niye biz yapmıyoruz?’ diye. Bu elemanlarda kısıtlamaya gittik. İkinci sene, müracaat eden firmaya; ‘Biz topograf, sondör, şoför istemiyoruz. Bizim bu elemanlarımız var. Elektronik cihaz dolayısıyla bir tane obzerver ihtiyacımız var.’ dedik. Observerin  yanına da yardımcı olarak Türk arkadaşları koymaya başladık.”
ARAMA GRUBUNDA YENİDEN YAPILANMA-1971
Mithat Tolgay anlatıyor : “Arama Grubu başkanlığına atandığımda ilk iş olarak Grubu yeniden organize etmekle de görevlendirildim. Yeni organizasyon ile  Jeoloji Müdürlüğü içinde, Petrol Yasası’na göre oluşturulan  bölgelerden petrol bulunmuş olan Diyarbakır Bölgesi dışında, Trakya, Adana ve Adıyaman  bölgelerinden sorumlu  üç ayrı servis oluşturuldu.  Her servise, henüz  petrol bulunmamış henüz arama yapılan bir bölge verildi.  Amaç,  bu bölgelere bakan jeologların petrol aramacılığının bütün evrelerinde çalışmalarını sağlamak ve  deneyimlerini  genişleterek daha bilinçli  görev yapmalarını sağlamaktı. Jeofizik Müdürlüğü kadrosundaki  jeofizikçiler de bu bölgelere göre görevlendirildi. Böylece, bölgelerden sorumlu servislerin  jeologları ile sıkı iletişim kurarak, ortak yorumlar yapabileceklerdi.  Sanırım bu düzenleme yararlı oldu . Bu görevden, Ağustos 1974 de ayrıldığımda günlük üretim 10 binden 15 bin varile yükselmişti...
“Standart Lejant”
Arama Grubu’nda hazırlanan raporlar,  haritalar, kesitler, kuyu logları vb gibilerin hazırlanmasında kullanılan işeratler (lejant formları) için  belirli standart yoktu . Bu konuda çok deneyimi olan Shell şirketinin  ‘standart legend’ ini esas alarak teknik elemanlarımız ve resimhane için bir kılavuz hazırladık ve yürürlüğe koyduk. Bu çalışmalara  ben başlamıştım, ancak benden sonra grup başkanı olan Turgut Bolgi sabırlı bir çalışma ile kılavuzun kalan büyük kısmını  tamamladı  ve kullanılır hale getirdi. Sanırım  bu kılavuz hala yürürlüktedir...  
 “Arşivler Yeniden Düzenlendi “
...Arama”da ilk adım, varsa geçmişte yapılan çalışmalarla başlar. Başkanlığım sırasında, Arama Grubu’nda ilk işlerden biri de oldukça büyümüş fakat sistemsiz  bir durumda olan arama rapor ve harita arşivlerini düzenlemek oldu. Gruba atanan kütüphanecilik mezunu Altan Bektaş bu işle görevlendirildi. Yoğun bir çalışma sonucu, arşiv istenilen veriye her an ulaşılabilir  duruma getirildi. Sanırım bu sistem  halen yürürlüktedir. Bilgisayar devrimi ile bu işler çok  daha   kolaylaşmıştır...
“ Kendi Log’unu Kendin Al”
....Özellikle üretim kuyularında  yapılan log alma ve perferasyon işleri, çok yüksek maliyetler oluşturuyondu. Log ve perforasyon işlerinin kendimizce yapılmasına karar verildi. O zaman başarılı bir firma olan Gearhard Owen firmasından tam donanımlı log kamyonu alınmasına karar verildi. Firma,  iki elemanımızı  Amerikada yetiştirdi.  Daha sonraları yeni kamyonlar alınarak işler büyütülmüş.”
VERİ İŞLEM MERKEZİ 
Yalçın Umurtak anlatıyor: “ Bizim yıllık veri işlem proses masraflarımız 120 bin dolar tutuyordu.   Merkezin kurulması ise aşağı yukarı 150 bin dolar tutuyordu. Sisimik müteahhitlerimize  dedik ki : “Türkiye’de gelip bu merkezi kuracaksınız. Gelip burada asgari 3 kişi çalışacak. Her birinin yanında biz 1’er 2’şer  duracağız. 3-4 ay sonra bu 3 kişi 2 ye inecek belki 1’e  inecek 6 ay sonra. Ne zaman biz bunu çevirmeyi göze alırsak sizden hiç personel kalmayacak. Ama bir teknik yardımlaşma anlaşması yapacağız. Bizim isteğimiz teknik üniteyi istediğimiz zaman gelip koyacaksınız.“ . Bu şekilde yine görüşmeler yaparak 5 tane arkadaşı işe aldık. Bunlar Orta Doğu’dan ve İstanbul Fizik’den mezundu. Biz Demir bey’le beraber Londra’ya gittik, bu şirketlerle son bir pazarlık yaptık. Ama bize bu yetkiyi veren TPAO. İşin ilginç tarafı böyle bir parayı harcamak için bizim sözümüze güvendi TPAO. Bu çok önemlidir. Ben, Demir Özçandarlı ve şimdi ABD’de yaşayan Profosör  Cahit Çoruh şirketlerle görüştük. Bir yıllık veri işlem parası ile merkezimizi kurduk.
Eğitime çok önem verdik biz. Aleti al 2 tane de eleman al. Hayır hiçbir zaman bu görüşte olmadık biz. Önce o elemanı eğittik ve hizmet beklemeden eğittik.Yani Mustafa Murathan yılın  6 ayını dağlarda ekiplerde koşturmuştur. Ama ondan sonra da genel müdür olmuştur. Böyle bir eğitimden sonra biz bazı hamlelere atıldık. Yabancı ekipler günde 10 atış yapıyordu. 20 kuyu hazırsa, biz, 20 atış yapıyorduk.
Mesela Veri İşlem Merkezi’nde biz öyle bir çalışma ortamı hazırladık ki Demir Özçandarlı arkadaşımız veri işlem merkezinde çalışmamıştı o güne kadar. Ama bu potansiyeli vardı tabi. O da kısa zamanda öğrendi bunları. Bize teyp gelirdi, geri giderdi; Londra’dan ‘bu okunmuyor’ diye. Yani kayıtta bir problemimiz var diye. Eyvah ne yapacağız o kadar emek boşa gitti diye endişelenirken, Demir bey telefon eder; ‘ Yalçın bey, tamam, okuduk, yaptık.’ diye.
Yani demek istediğim bu arkadaşlar, eğitim sistemi ve Ferhan Bey’in bu konulardaki ileri görüşleri sayesinde çok iyi bir formasyon gördüler.Ve bunlar mesleklerinde yurt dışında çalışabilecek seviyeye geldiler. Ben mesela 9 sene yurt dışında çalıştım. Bugün Özdoğan Yılmaz ve Edip Baysal özellikle ABD’de halen mesleklerinin en parlak dönemini yaşıyorlar. Madalyalar alıyorlar.
Yani 1960 yılından sonra jeofiziği yaratmışız. Ama o kadar sağlam yaratmışız ki: bizim ekipte çalışan arkadaşlarımız şimdi yurtdışında rahatlıkla çok iyi pozisyonlarda çalışıyorlar. Erkin Göktürk mesela; o da Kuzey Amerika’da, Orta Amerika’da devamlı baş jeofizikçilik pozisyonunda çalışmıştır. Nejat Bey senelerce Libya’da jeofizikçi olarak çalıştı. Turgay Öğüt, Nezih Arıkman, Refik Üçkuzular senelerce yurtdışında başarıyla çalıştılar.  Hepimiz ne öğrendiysek  TPAO’da öğrendik. Onun için TPAO’ya müteşekkirim. Yani ben okulda sadece standart bazı bilgileri öğrendim. Ondan sonra her şeyi TPAO’da gördüm.”
* Hakkari  Saha Jeolojisi - Tektonik Model Belirleme Çalışmaları 
Dursun Açıkbaş  anlatıyor : “1972 yılında, levha tektoniği kavramı TPAO’da ilgi görmeye başlamış ve bu ilgi özellikle Güneydoğu  Anadolu Bölgesi’nin tektonik modelinde büyük değişmelere neden olmuştur.  
Söz konusu dönemde, Arama Grubu’nda  göreve başlayan   Ozan Sungurlu’nun yaptığı katkıları unutmamak gerekir.  Sevgili dostum Ozan,  Türkiye’ye gelmiş geçmiş en iyi saha jeologlarından biriydi. Ozan, sahadaki sentezleri, görüşleri ve bunları uygulamaya  geçirmesiyle bir bütün olarak,  Türkiye’nin, özellikle tektonik modelinin belirlenmesinde, yadsınamaz şekilde katkılarda bulunmuştur. Ayrıca Necdet Soytürk, Cengiz Baştuğ, Türksen Erdoğan, Doğan Perinçek , Özer Balkaş, Erdal Çelikdemir,  Cevat  Pasin, Remzi Aksu, Zülfikar  Biçer, Senai Kozak, Murat Mancarcı, Güray Kurt ve Ergün Tuna gibi değerli yer bilimci kardeşlerimizin katkılarını da unutmamak gerekir.  
1974 yılında, benim de içinde yer aldığım büyük bir çalışma grubu oluşturulmuş ve takip eden yıllarda,  Adıyaman kuzeyinden başlayarak İran sınırına kadar devam eden tüm şariyaj bölgesinin 1/25.000  ölçekli jeoloji haritaları yapılmıştır. 4000 m.    yükseltilere ulaşan ve son derece engebeli arazi koşullarına sahip çalışma alanında  jeolojik  etüdler son derece zor koşullar altında,  büyük bir özveriyle tamamlanmıştır.    Ülkemizde yaşanan terör  olayları nedeniyle önümüzdeki yakın dönemde, söz konusu  çalışma bölgesine çok büyük olasılıkla hiçbir yer bilimcinin gitmesi ve çalışması olanaklı olmayacaktır.    Bu nedenle, o dönemde  şariyaj bölgesinde yapılmış jeolojik  çalışmalar, bugün  büyük öneme sahiptir.  
Hakkari Yöresi’ndeki çalışma dönemi, meslek yaşamının en güzel günleriydi.    Bir yandan sarp dağlarda yoğun bir  çalışma ortamında, bölgenin jeolojik sorunlarını çözmeye çalışırken, diğer yandan bölgedeki emsalsiz güzellikteki doğa harikalarını doyasıya yaşıyorduk. Kah Cilo Dağlarında buzullara karşı Ağustos ayında kiloremetrelerce kar üzerinde yürüdük; kah Sat  Gölleri’nin dondurucu soğukluktaki sularında yüzmeye çalışıyorduk. O günler,  belleğimize kazınan inanılmaz güzel günlerdi.”  
* Arama Stratejisinde Yeni Anlayış- Batman Jeoloji Kapatılıyor
Dursun Açıkbaş anlatıyor: “1970 yılının sonlarında Arama Grubu’nda yeni oluşturulan ‘petrol arama stratejisi’ nin gereği olarak Batman Jeoloji Müdürlüğü’nün kapatılmasına ve burada görevli bütün jeologların, Ankara’ya, Arama Grup Başkanlığına tayin edilmelerine karar verilmişti.  
Dönemin Arama Grubu yönetimi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin yeterli hidrokarbon  potansiyaline sahip olmadığı görüşüne varmış ve izleyen dönemde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sondajlı petrol arama çalışmalarını en alt düzeye  indireceğini kararlaştırmıştı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi dışında kalan Trakya, Karadeniz ve Toros Bölgeleri ile Tuzgölü, Adana-İskenderun, Sivas ve Erzurum –Tekman  basenlerinde  sondajlı   arama çalışmalarını yoğunlaştırarak sürdüreceğini ve dolasıyla arama yatırımlarını bu bölgelere kaydıracağını planlamıştı.  
Üst düzey bir Arama Grubu yöneticisinin hazırladığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na sunduğu raporda söz konusu basenlerin son derece büyük hidrokarbon potansiyeline sahip olduğu  belirtilmişti. Ancak böylesine hayati öneme sahip bu  rapor grupta çalışan yerbilimcilerden gizli tutulmuştu.  
Söz konusu rapor esas alınarak, sondajlı arama faaaliyetlerimizde büyük artış olacağı planlandığından Romanya’dan bir çok sondaj kulesi satın alınmış  ve kule sayımız 37’e çıkarılmıştı.    Sahip olduğumuz kulelerin önemli bir bölümü çalıştırılmadan bekletilmiştir. 1986 yılında, çalışan kule sayısı en üst düzeye ulaşmış ve 26 olmuştur.    Diğer yıllarda ise ortalama 12-15 dolayında sondaj kulesi çalışmalarını sürdürmüştür.    .  
İşte; söz konusu bu  ‘arama stratejesi’ndeki anlaşılmaz değişiklik sonucu bilinçsiz bir biçimde bir anda satın alınan sondaj kulelerinin katılımıyla, artan kule sayımız TPAO’ya önemli ekonomik  kayıplara neden olmuştur. Ayrıca, bu gelişmeler 1970 yıllarından bu yana, dünyada büyük gelişmeler gösteren sondaj teknolojisinin şirketimize tam olarak gelmesini ve kullanılmasını engellemiştir.  
Söz konusu arama stratejisinin uygulanmasının başlama tarihi olan 1971 yılından başlayarak, 1991  sonuna kadar  ülkemizde 39 adeti TPAO’ya ait olmak üzere toplam 56 adet hidrokarbon bulgusu gerçekleştirilmiştir. Altını çizerek belirtmek isterim ki; söz konusu keşiflerin 53 adedi yeterli  hidrokarbon potansiyeli yok denilen ve bu nedenle kapatılan Batman Jeoloji Müdürlüğü’nün çalışma kapsamı içinde olan Güneydoğu Anadolu Bölgesinde olmuştur.  
Bizler, o dönemde Bölge Jeoloji  Müdürlüğünde  çalışan jeologlar olarak, bu tayin olayına  büyük tepki gösterdik.   Dönemin bölge müdürü Fadıl Teymur’la yaptığımız toplantıda, ısrarla Ankara’ya gitmek istemediğimizi ve yapılan uygulamanın yanlış olduğunu belirtmeye çalıştık. Ancak kendisi Jeoloji Müdürlüğü’nün kapatılma kararının Arama Grubu tarafından alındığını ve kendilerinin yapacak hiç bir şey olmadığını bildirdi. Bizler büyük bir üzüntü ve belirsizlikler içerisinde Ankara’ya geldik.  
İki yıl gibi kısa bir süre içerisinde, 1972 yılı sonlarında, Arama Grubu’nu yöneten aynı kadroların kararıyla Batman Jeoloji Müdürlüğü yeniden kuruldu.    Doğu Tuna’nın yönetiminde çalışmalar başladı. Çok kısa bir süre içerisinde gelişen bu olay Arama Grubu yönetimi ile ilgili beynimde belirsizlikler ve sorgulamaların başlangıç noktasını oluşturmuştur.”
* Romen Kuleleri, Aksaray Bölge, Sondaj Bölge ve Trakya Bölge
“1975 yılından sonra, Arama Grubunca hazırlanan bir rapora göre Türkiye nin petrol bölgeleri belirtildi ve yoğun bir arama proğramı yapıldı. Bu proğrama karşılık, sondaj aktivitesinin de artırılması istendi. Bu göre de sondaj makine sayısının da  arttırılması gerekti. O zaman elimizde 16 makine vardı. Amerikan malı yeni makineler gelmişti ama bu proğrama  göre tasarlanan aktiviteyi bu sondaj makinaları ile gerçekleştirmek mümkün değildi. Makine sayısının artırılmasına karar verildi. O sırada Romanya ile enteresan bir bağlantı imkanı çıktı . Romanya’ dan sondaj makinesi alma düşüncesi oluştu. Romanya’ya para yerine takas yoluyla fındık, fıstık, kuru üzüm vb verilecekti. Batman olarak bizim, bu takastan  daha sonra haberimiz oldu. Ankara Sondaj Grup Başkanlığı, bu işleri götürüyordu. Biz bu sırada MTA’dan 2 Romen sondaj makinesi aldık ve  deneyim elde ettik. Sonuç olarak  Romen makinesi alınmasına Batman Sondaj Bölge Müdürlüğü olarak karşı çıktık. Problemler vardı ve 28 makine daha alınacaktı. 30-35 makine lik gücümüz var. Bunun programlanması lazım, insan yönünden. Malzeme de lazım. Bu planlar yapılmadı. Ankara’yla ( sondajla) büyük çekişmeler yaşandı. O sıra da , bu makinelerın alındığını öğrendik.  İ.Hakkı Arman, Sondaj Grup Başkanıydı. Aydın Güzelce, beni Ankara’ya gönderdi. O kuleler geldi. Hantaldı, sonradan o makinelerin pompa, tank, motor gibi her şeylerini değiştirip öyle kullandık.Verimli değildiler. Amerikan kulesi 30 arabayla taşınırken  bunlar 60 arabayla taşınırdı, çok ağır ve hantaldılar. Takas dendi ama sonradan parasını tıkır tıkır ödedik.  Sonradan da Türkiye’de ekonomik kriz başlamıştır.         
Ekonomik krizden kurtulmanın en kolay yolu petrol bulunmasıdır. Öyleyse bu yola gidelim denildi. Mühim olan, o yola gitmenin yanında onunla ilgili hazırlıkların yapılması için acele edilmesi gerekirdi. Bu hiçbir zaman yapılmadı, kuleler geldi. Aksaray’a indirildi. Aylarca değil yıllarca bekletildi orada. Eleman yoktu. Kulelerin  devreye girmeleri 3-4 yıl sonra oldu. Elimizde onları kullanacağız ama yöresel bir program yok. Kulenin montajını bitiriyorsunuz, kuleyi sevk edemiyorsunuz. Çünkü elde program yok. Bizimki tam -Türk işi- bir acelecilikti. Bu kuleleri almamız öyle olmuştur.
Kuleler Aksaray’a geldi. O işlerin yürütülmesi için önce, TPAO nın en büyük teşkilatı olan   Batmanın kontrolü altında Aksaray da bir Başmühendislik kuruldu ve ilk önce işi bu birim vasıtasıyla yürütülmek istendi. Sonradan dendi ki ; -Batman ile Aksaray uzak, idari yönden sorun çıkar. Biz burayı bölge müdürlüğü yapalım- dediler. Buna paralel olarak 11 tane arama bölgesi kuruldu. Adana-Trakya-Adıyaman vs. Bölgeleri Aksaray Bölge Müdürlüğü yürütürken, Batmandaki bir takım arkadaşlar oraya tayin edildi. Ankara’da bir Sondaj Bölge Müdürlüğü kuruldu. Tuncay Tümay, Ankara Sondaj Bölge Müdürlüğünün  başına tedviren getirildi. Bir süre sonra Batman Bölgesi, Aksaray Sondaj Bölgesiyle sürtüşmeye başladı. Malzeme alış verişinde problemler çıktı. Bu bölgeden diğer bölgeye malzeme sevki bölge müdürlüğünce yapılır. Sondaj Müdürü olarak, siz malzeme sevkine onay verseniz bile, bölge müdürü –hayır- dediğinde, o malzeme gitmez. Onun malzemeye ihtiyacı varken, senin ambarında malzeme varken malzeme gidemez duruma geldi. Personel aktarmasında da problemler çıktı. Kimse iyi adamını vermek istemedi. Sorunlar çözülememeye başladı. Ölü doğan bir teşkilat oldu. Aksaray Bölgesinin çalışacağı yerler problem olmaya başladı. Aksaray’a, Batman’a, Adıyaman’a giremez, orası benim  kontrolümde Aksaray, Trakya’ya baksın.- dendi. Bu arada Mehmet Yamaç Batman’a, ben Ankara’ya Bölge Müdürü oldum. Problemler daha yumuşamaya başladı. Bu sırada sondajın şirket dışına çıkarılması konuşulmaya başlandı.  Biz, fikir üretmeye başladık, -sondajı  tek elde toplayalım-dedik. Aksaray’la Sondaj Grubunu birleştirelim, belli bir süre sonra da, Batman Sondaj Müdürlüğü’nü de buraya bağlayalım ve sondaj, TPAO bünyesinde bir nevi Holding gibi kendi bünyesinde TPAO’ya bağlı ayrı bir teşkilat olarak yürüsün.
Bunun ilk adımı olarak, Aksaray’la Sondaj Bölgesini birleştirdik. Mali işler ve personel düzenlemesi yapıldı. Grubun yetkileri şunlardır, Batman Bölge Müdürlüğünün yetkileri de şunlardır diye bir yönerge hazırladık . Aksaray Bölgesinin sınırları ve yetkileri daha dardı. Bu adımları atınca büyük sorunlar yaşandı. Bizi bir bölge müdürlüğü teşkilatı olarak görmediler. Grup yetkisinde de görmediler, acayip varlık olduk biz. Ancak, her şey Yönetim Kurulu kararıyla çıktığı için  bazı yetkilerimiz vardı. Ben çok teftiş gördüm, bu karışıklıklar yüzünden.”  Yalçın Altan
 *Sondaj Kendi Muhasebe Sistemini Kuruyor
Yalçın Altan anlatıyor: “Ben 1980 yılında Ankara Sondaj Bölge Müdürü olarak Ankara’ya geldim, 1 yıl sonra da Ankara Sondaj Bölgesi ile Sondaj Grubu’nu birleştirdik. Ben Grup Başkanıyım, Eylül ayında  Mali İşler’den  -sizin paranız bitti – dediler. Olayı  anlayamamıştım. Nasıl olmuştu da paramız bitmişti?  Bu olayla   15 yıl sonra –bütçe- denen kavramı algılamıştım. Bu tüm üniteler için de aynıydı. Bu hadiseden sonra, Sondaj Grubuna ait bir muhasebe teşkilatının kurulmasını kararlaştırdık. Yücel Ozan muhasebe sistemini kurdu. Bu  şirket içinde tepkiye neden oldu. ‘Siz ayrı bir teşkilat mısınız ?’ dediler. ‘Evet. T.P.A.O. bünyesinde ayrı bir teşkilatız biz.’ dedim. Paranın nasıl sarf edildiğini görmek istiyorum. Muhasebeden gelen bilgiler tam değil. Batman’daki kayıtlar bize de, Mali İşlere de geliyordu. Biz, Mali Gruptan bilgi gelene kadar, Batman’dan aldığımız bilgilerle listelerimizi hazırlıyorduk. Yapılan masrafların Üretime, Kuyu Tamamlama’ya vs. ait olanlarını çıkarıp sondajın  gerçek harcamalarını çıkarıyorduk. Böylece, biz kendi bütçemize sahip olmaya başladık. Çünkü kuyu da yapılan bütün masraflar sondaja yazılırdı. Oysaki kuyuya yapılan masraf başkadır, sondajın masrafı başka bir şeydir.  Süreyya Ekim beyin, Özer Altan beyin, bu işte çok büyük katkıları oldu. Bu düzeni 1992 yılına kadar getirdik.”
‘Biz, teknoloji açısından geriyiz’ diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Sondaj durağan bir sistem içinde hiç olmadı. Dünyadaki teknolojilerin Türkiye’ye yansıtılması, çok süratle ve başarıyla olmuştur. Dünyada yeni bir şey çıkmışsa Türkiye’ye intikali 1-2 yılda olur. Çok süratle olurdu. Parasal sıkıntı yoktu çünkü. Parasal güç olduğu sürece, teknolojiyi takip etmek, sorun olmaz. Sondaj Mühendislerinin eğitilmesi de buna paralel olarak,1960’lardan beri gelişmiştir. Çamur mühendisliğinden başlamıştır. Teknoloji de geri değiliz. 1965 yılında, ben yeni stajyer mühendisim, IDECO-600 kulesindeyim. Can Naci Toktar ile bir matkap firmasının temsilcisi kuleye geldiler. Firma temsilcisi kuleye bakarak  ‘Ben bu kuleye çıkmam, Hayati güvence yok’ dedi.. Onun bakış açısına göre doğru ama biz orada çalışmaya mecburuz.  Çok kısa bir süre sonra imkan doğar doğmaz o makineler atılmış, yerine yenileri alınmıştı. Bizim “ben burada çalışmam” deme lüksümüz yoktu. Onun için teknolojinin getirilmesine daha yatkın bir mizacımız vardır.  Bizdeki en büyük sıkıntı, teknoloji değildir, iş verimliliğinin artırılmasıdır. İş verimliliğini artırmazsanız, hangi teknolojiyi getirirseniz getirin başarıyı yakalayamazsınız. Bir zamanlar ,4 ay boyunca,  30 sondaj makinesiyle  çalıştığımız olmuştur. 1984-1986 yılları arasında 24 makine ile  çalışırken bu  bu kulelerin ekipleri  tek personel bile işe alınmadan gerçekleştirilmiştir.  Ekipleri böldük. Arama Grubu bize  program veriyor, biz de makine sayısını artırıyoruz. Vardiyalarda 6 kişi çalıştırıyorken bu rakamı 4’e düşürdük. Sendika kıyamet kopardı ama yaptık. Bu yoğun tempo 6 ay sürdü. Sonra program beslemedi bizi ve durdurduk.”
Ankara Sondaj Bölge Müdürlüğü Çözülüyor
“Ankara Sondaj Bölge Müdürlüğü kurulduktan sonra, bu kadar büyük makine parkı, bu kadar malzeme nakli, eleman ihtiyacı gibi problemler çıktı, Sondajı ayrı bir şirket yapalım fikirleri oluşurken, beni Sondaj Grup Başkanı yaptılar. Benim bazı düşüncelerim vardı. Ankara Sondaj Bölgesi ile Sondaj Grup Başkanlığını bir elde , bölge yetkilerini de taşımak üzere birleştirdik. Hedefimiz, daha sonraki adımda Batman Sondajı da ‘Sondaj Teşkilatı’nın içine alıp, sondaj personelini ve malzemesini tek elden yürütmek. Holdingin içinde ayrı bir genel müdürlük gibi. Yönetim Kurulu kararları çıkardık. Bölge yetkilerini de Sondaj Grup Başkanlığı yetkilerini de kullanmaya başladık. Bu çok büyük tepki çekti, şirket içinde. Bölgeyle aynı yetkiye sahip olmanız reaksiyona neden oldu. Sondajın güçlenme eğilimi rahatsızlık yarattı . En büyük etken, bazı kararlarda daha ağırlıklı olarak karşı koyabilmemizdi. Bu, birtakım şirket temayüllerine uygun olmayan şeyleri de önlemeye başladı. Örneğin paramıza sahip çıkınca, Mali Grup, personele sahip çıkınca Personel Grubu , malzememizi kendimiz alınca İkmal Grubu karşı çıktı. Problemler başladı. Bu arada, Ankara Sondajın kulesi, personeliyle birlikte, Batmanın kulesiyle yan yana Adıyaman’ da ve  Batman’ da çalışmaya başladı. Sınırlar ve kesin hatlar ortadan kalktı,ortak çalışma imkanı doğdu. Bu bana göre bir devrimdir. Gerek üst yönetimin bunu uygulamakta bize yakın davranması gerekse Batman Bölge  Müdürü Mehmet Yamaç’ın bu konuda  çok yardımcı olması, bu işlemin yönlenmesinde etkili oldu. Zaman içinde, bu çalışmalar, verimliliği artıracak işlemlere dönüşmeye başlandı. Bunlar ekip işidir. Üst ve yanla iyi ilişkiler sonucu Türkiye Petrolleri’nin o güne kadar olan en üst sondaj değerleri alınmış oldu. Çok metraj yapıldı, personel eğitimi ve makine parkında değişiklikler yapıldı. gelişmeler kaydedildi. En önemli noktalardan biri de, piyasaya da iş yaptıralım denilmesiydi. Sondajın maliyeti çok yüksekken, biz kendi mali teşkilatımızı kurup, harcamaları denetlemeye başlayınca gerçekler ortaya çıktı. Biz de -buyurun dışarıya yaptırın- dedik. Dışarıya iş yaptırmak çok daha pahalıya gelecekti. Özelleştirmenin ilk adımları, şirket içinde atılmış oldu. Bugün, sondajı TPAO bünyesinden alıp bir şirket haline getirirseniz o şirketin Türkiye şartlarında yaşama şansı yok. Çünkü Türkiye’ de tek alıcı müessese TPAO. Başka iş veren yok.Özel bir iki tane var, bir de siz olacaksınız, bunun rekabeti yok. Herkes bu açıdan bakmadı tabii. Sonra Türkiye Petrolleri, ülke ekonoik krize girdiği için ekonomik kriz içine girdi. in. Türkiye Petrollerinin gelirlerinde düşme oldu. İşin azalması durumu ortaya çıktı. İş azaldığı sürece siz kötü adam durumuna giriyorsunuz. Türkiye Petrolleri çok para harcayan bir şirket durumuna giriyor. Şöyle de bir zihniyet vardır. “ Yurtdışından % 80-90’ını getiriyorsam, hepsini de getirebilirim.” Bugün, 5 kuyu yerine 10 kuyu açınca faaliyet % 50 attı diyoruz. Bunlar bebek seviyedeki çalışmalar, 100  kuyu yerine 200 açarsanız da  50 arttı dersiniz, 10 varil yerine 30 varil üretim yaparsanız % 200 arttı diyemezsiniz. Bugünkü sıkıntı o.  Şirket’te bizle ilgili rahatsızlıklar başladı. Aynı yetkilere haiz başka üniteler varken, onların yetkilerine alışıldığı için  kimse onlara bir şey söylemezken bize karşı çok büyük bir  tepki başladı. Genel Müdürlük katında bize yönelik ters hadiseler oluşmaya başladı . Bunu sonucu olarak Trakya Bölge Müdürlüğü kuruldu. Ankara Sondaj ile  Sondaj Grup Başkanlığı’nın birlikteliği çözüldü, Aksaray Baş Mühendisliği, Grup’tan ayrılıp Trakya’ya bağlandı. Böylece, sonuç olarak, sondaja yönelik ileriye atılan adımda, en başa dönüldü. Bu süreç 3 yılda oldu. Bu sırada ben Sondaj Grup Başkanıydım.”     Yalçın Altan
* “ Kendi haritalarımızı basamadığımız için çok üzgünüm”
Dursun Açıkbaş anlatıyor : Güneydoğu Anadolu’nun tümünü kapsayan jeolojik haritalar, TPAO tarafından yapılmıştır. Başka hiç bir kurumda böylesine ayrıntılı jeoloji haritaları bulunmamaktadır. Güneydoğu Anadolu dışında  Karadeniz  Bölgesi’nin önemli bir bölümünün, Toros Kuşağı’nın  ve Trakya Bölgesi’nin ayrıntılı jeoloji haritaları, TPAO yerbilimcileri tarafından yaplmıştır. Arama Grubu  Başkanı olduğum dönemde, yapılan bu haritaların yayımlanması ve basılması yönünde bir çalışmayı başlattık. Ancak 1993 yılında görevden ayrıldığım için bu projeyi sonuçlandıramadan geri bırakmak zorunda kaldım. Böylesine önemli bir görevi sonuçlandıramamak  TPAO için büyük bir kayıp olmuştur.
MTA, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın  haritalarını alıp, kendine mal ederek söz konusu haritaları basıp yayımlamıştır. Kendi eserimiz olan haritaları, TPAO adına basıp yayınlıyamadığımız için büyük üzüntü duymaktayım.  
“Eskiden lokasyon toplantılarına her yerbilimci giremezdi”
..1976 yılında, Batman Jeoloji Müdürlüğü’den Arama Grubu’na Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde çalışmak üzere, Kurmay Jeolog olarak  tayin oldum. Aynı bölgede çalışan Jeofizikçi Turgay Öğüt’le birlikte Güney Kayaköy-2 kuyusu lokasyonu ile ilgili çalışmalarımızı tamamlamış ve Grup Başkanlığındaki lokasyon toplantısına girmiştim.    Bu benim katıldığım ilk lokasyon toplantısıydı. Söz konusu dönemde lokasyon toplantıları, birçok yerbilimcinin katılımıyla yapılan ve tartışmaya açık yapılan toplantılar değildi. Arama Grubu’nda çalışan yerbilimci kadrosunun önemli bir kesimi, herhangi bir lokasyon toplantısına katılmadan emekli olurdu. Genelde, lokasyon önerisini hazırlayan yerbilimci, çalışmasını Arama Grubu ‘nun üst yönetimine sunar ve gereken kararı yönetim verirdi.   
Güney Kayaköy-2 kuyusuyla ilgili  çalışmamızı grup yönetimine takdim ettik; sonuçta kuyunun açılmasına onay verildi. O sırada,  bir büyüğüm: “Geçenlerde Hazro Yükselimi’nin oralarda arazide dolaşırken,  yükselimin doğu kesiminde bir yüzey kıvrımı gördüm.  Sen o bölgede çalıştın ve  oraların jeolosini iyi bilirsin. Oraya bir kuyu versek ne dersin?” diyerek benim görüşümü almak istedi. Çok saygı duyduğum bu büyüğüme “Efendim siz lokasyon yerlerini böyle mi belirliyorsunuz?” deyince toplantıda soğuk rüzgarlar esti ve  toplantıya hemen son verildi.”
Lokasyon nasıl verilirdi ?
…Eskiden, Arama Grubu’nda kuyular çoğunlukla saha jeolojisi çalışmaları esas alınarak belirlenen yapılarda açılırdı. Jeofizik veriler ve yeraltı jeolojisi verileri, sınırlı bir biçimde uygulanmaktaydı. Yerbilimci kadrosunun büyük bir bölümü saha çalışmalarında görevliydi.    Türkiye’deki yerbilimci yetiştiren  üniversiteler, petrol aramacılığının uzmanlık alanları ile ilgili eğitim olanaklarına sahip değildi. Bizlere sadece yüzey jeolojisi ve genel jeoloji konularında daha çok teorik bilgiler verilmişti.   Petrol sektöründe çalışan yerbilimcilerin, üniversite sonrası  çalışma yaşamları boyunca inanılmaz bir gayretle okuyarak, araştırarak ve kendilerini sürekli yenileyerek bu eksikliklerini kapatmaları gerekiyordu. Bunu başaran yer bilimci kadromuz, son derece sınırlıydı. Okan Özdemir, Doğu Tuna, Önder Erdal, Turgay Öğüt ve Fehmi Aksaray gibi yerbilimciler, bu değişimin öncülüğünü yapmışlardır.  
Türkiye, jeolojik ve tektonik konumu nedeniyle son derece karmaşık bir yapıya sahiptir. Yüzeyde görülen yapılar yeraltına yansımamaktadır. Örneğin; en az tektonizmaya uğramış Güneydoğu Anadolu’nun self alanının kuzey kenarında, Adıyaman Bölgesinde keşfedilen  Akpınar sahasında, yüzeyde Şelmo formasyonu görülür. Akpınar sahasının hemen kuzeyinde yer alan Halof yükselimi, kot olarak yaklaşık 400 m daha yüksektir ve yüzey Midyat Kireçtaş’larıyla kaplıdır. Ancak hedef seviye olan Mardin Karbonatlarına inildiğinde Halof Yükselimi’nin, Akpınar Sahasından çok daha düşük olduğu görülür. Kratase dönemindeki  tektonik, yukarıdaki sonucu doğurmuştur.  
Bu örnekle yüzey jeolosine dayanılarak verilen kararın, ne kadar yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü bölgede iki farklı tektonik evre bulunmaktadır. Yüzeyde haritaladığımız yapılar,  Tersiyer Tektonik Evresi’nde oluşmuş yapılardır. Ancak Mardin hedefli yapılar, Kratese Tektoniği sonucunda şekillenmiş yapılar olup; bunların yüzey jeolojisi ile belirlenmesi, olanaklı değildir. Bunları, jeofizik verileri ve yeraltı verilerini bir bütün halinde birlikte kullanarak belirleyebiliriz.  
Aynı dönemde Sinan, Garzan, Raman veya Mardin formasyonlarını hedefleyen bir lokasyon yeri belirlenirken; bu kuyu kazılmışken daha alt seviyedeki Paleozoik yaşlı Hazro veya Bedinan kumtaşlarının da test edilmesi amacıyla kuyunun derinleştirilmesine karar verilirdi. Halbuki biz o dönemde Hazro veye Bedinan formasyonlarının yayılım alanını ve rezarvuar özelliklerini yeterince bilmiyorduk.  
Petrol aramacılığının temel prensiplerinin yeterince uygulanmadığı  arama modelini yakından tanıyınca, bu eski uygulamaya karşı çıkarak, yeni bir arama stratejisinin  uygulanmaya konulması yönünde, amansız bir mücadeleye başladık.  Bizler sayıca azdık, ancak, özellikle, 1978-1980 yılları arasında petrol aramacılığındaki  başarısız sonuçlar bizleri hedefimize ulaştırdı. O üç yıllık dönemde, TPAO, sadece Güney Şahaban sahasında petrol keşfi gerçekleştirilebilmişti…  
…1970 yılında oluşturulan arama stratejisi doğrultusunda, 1976 yılında, Trakya ve Adana’da olmak üzere iki yeni Bölge Müdürlüğü kurulmuştu.  Özellikle Adana Bölgesi, tamamen aramacı kadrolardan oluşmaktaydı. Ana görevi, Toros Kuşağının yüzey jeoloji çalışmalarını yapmak olarak belirlenmişti.  
1970 yılında, TPAO Arama Grubunda çalışan yer bilimci kadrosu, toplam olarak 50 dolayındaydı. Bu kadronun önemli bir bölümü, saha ve kuyu jeoloğu olarak çalışmaktaydı. Söz konusu dönemde jeofizik operasyonlarla ilgili çalışmalara yeni başlanmıştı. TPAO’nun kendi sismik ekiplerini kurma çalışması bu dönemde başlamıştır.  
Ülkemizin karmaşık jeolojik yapısı, petrol aramacılığı yönünden büyük güçlükler ve riskler oluşturmaktadır. Arama çalışmalarının başarı ile sonuçlanabilmesi için; yerbilimlerinin farklı disiplinlerinden oluşan bir ekibin, ortak çalışmasına gereksinim duyulmaktadır. Dolayısıyla; gerçekleştirilen bir petrol bulgusu, tek başına bir arama disiplininin veya bir yer bilimcinin başarısı değil; farklı disiplinlerden oluşan bir ekibin birlikte çalışarak gerçekleştirdikleri bir başarıdır.  
Sözkonusu dönemde, prospekt belirlemede büyük öneme sahip jeokimya çalışmaları, kantitatif basen analizi, rezervuar jeolojisi, basen analizi ve yeraltı jeolojisi gibi disiplinler bilinmiyor ve bu konularla ilgili hiç bir çalışma yapılmıyordu. Ağırlıklı olarak saha jeolojisi verileri esas alınarak lokasyonlar belirleniyordu. Jeofizik verilerin kullanılmasına yeni başlanmıştı. Özellikle elektirik loglarının yorumlanması konusunda yetişkin elemana sahip değildik.  Log yorumu  konusunda  Önder Erdal, Özgen Erev ve Şevket Güventürk önderlik  etmişler ve bizlerin bu konuda deneyim sahibi olmamıza yardımcı olmuşlardır.”
*Şirketi Başarıya Götüren İlk Devrim: Arama Grubu Yeniden Yapılanıyor
…Okan Özdemir’in Arama Grup Başkanı olmasıyla, yeni petrol arama stratejisinin uygulanmaya konması yönündeki tüm engeller ortadan kalkmıştı. O güne kadar, ülkedeki tüm sedimanter havzaların hidrokarbon potansiyelini ortaya çıkarmak  amacıyla petrol arama yatırımları, tüm Türkiye’de yaygınlaştırılarak sürdürülmüştü. Ancak; üretimi arttırma ve yatırım sıralamasındaki öncelik, ön plana çıkarılamadığından, uygulamada yeterince başarılı olunamamıştı. 1981 yılından başlayarak, hidrokarbon aramalarında, ülke ekonomisinin büyük gereksinim duyduğu petrol üretimini artırmaya  dönük, bir arama stratejisinin uygulanması ön görülmüştür. Bu da, yaygın aramacılık yerine, umutlu petrol bölgelerinde yoğunlaştırılacak bir arama modeliyle gerçekleştirilebilenecekti.  
Yeni oluşturulan arama stratejisinin gereği olarak, sondajlı arama yatırımlarının öncelikli olarak, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve ikinci derecede Trakya Bölgesi’nde yoğunlaştırılmasına karar verilmiştir. Yaygın aramacılık  yerine, petrol üretiminin en kısa sürede artışını sağlayacak, bir arama stratejisi uygulanmaya konmuştur.  
Belirlenen bu arama stratejisinin hedefleri doğrultusunda, bölge sistemini esas alan yapılanma yerine, proje sistemini uygulamaya koyan bir organizasyon yapılmıştır. İdari ünvanlar yerine Projeler Baş Danışmanı, Proje Sorumlusu, Proje Jeoloğu ve Proje  Jeofizikçisi gibi mesleki ünvanlar getirilmiştir. Ancak  yapılan bu radikal değişimin uygulanmaya konmasında, büyük engellerle karşılaşılmıştır. Anlatılana göre; Okan Özdemir bey, yeni organizasyon şemasını dönemin Genel Müdürü Selahattin Özkan beye götürmüş; Genel Müdürümüz, böylesine kapsamlı ve büyük değişimin mümkün olmadığını belirterek, yeni organizasyonun önerisini geri çevirmiş. Okan bey bu gelişme üzerine “Siz Arama Grubu’nun yeni yapılanmasını onaylamıyorsanız ben de görevimden istifa ediyorum.”diyerek odadan ayrılmış. Asansöre binip gruptaki makam odasına geldiğinde, sekreteri İkbal hanım Genel Müdürümüzün  telefon ettiğini ve acilen kendisini ziyarete geleceğini bildirmiş. Birkaç dakika sonra Selahattin Özkan bey odaya girmiş ve “Öncelikle şu yeni organizasyona bakalım; kahvemizi sonra içelim” diyerek yeni yapılanma şemasını incelemiş ve gerekli açıklamaları dinledikten sonra çok beğendiğini belirterek onaylamış.  
Gerçekleştirilen yeniden yapılanma ile birlikte yeni bir proje uygulaması sisteme konarak, Güneydoğu Anadolu’da her hedef  birim  ayrı bir proje haline getirilmiştir.  Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde,  altı ayrı proje kurulmuştur. Bunun da dışında Trakya Karadeniz,Toros ayrı birer proje durumundaydı. Doğu Tuna, Trakya Projesi’nden, Ozan Sungurlu, Karadeniz, Toros ve İç Basenler Projesi’nden, Vasfi Erol, Jeofizik Operasyonlardan ve ben de Güneydoğu Anadolu’da yer alan altı projenin tamamından sorumluyduk. 1981 yılında, Projeler Baş Danışmanı olarak yürüttüğüm bu sorumluluk 1989 yılında, Arama Grup Başkanlığına atanmama kadar kesintisiz olarak devam etmiştir.  
Okan Özdemir bey, Arama Grup Başkanlığına atandıktan  hemen sonra, Karadeniz, Toroslar, Adana-İskenderun  ve Tuz Gölü Basenlerinde sürdürülen arama çalaışmalarının yeniden değerlendirilmesini istemiş ve gerekli incelemeler yapıldıktan sonra bu yörelerdeki sondajlı arama çaılşmalarının durdurulmasını karar altına almıştır. Doğu Toroslarda Paleozoik yaşlı hedef seviyeleri test etmek amacıyla açılan Kuyubaşı-1 kuyusunun, hedef seviyelere ulaşmadan 1596 m.de terk edilmesi ve sondajın durdurulması kararı verilmiştir. Arama Grubunca  alınan bu karar, tartışmalara neden olmuş; ancak uygulamaya konmuştur. Aynı dönemde, Arama Grubu’nun isteği üzerine, Trakya ve Adana Bölge Arama Müdürlüklerinin de  kaldırılmasına karar verilmiştir.  
Eğitime Çok Önem Verildi
Ülkemizin hidrokarbon potansiyelini en kısa sürede ve en iyi biçimde değerlendirme politikasının temelinde; insana yapılacak  yatırımın başarılı sonuçlara ulaşmadaki en büyük etken olacağı bilinciyle yoğun eğitim seferberliği başlatılmıştır.   Yurtiçi ve yurtdışı eğitim programlarının sabırla sürdürülmesi sonucu; arama projelerini devr alan genç yerbilimci kadrosu, aramacılığın farklı disiplinlerinde  büyük bilgi ve deneyime sahip olmuşlardır. Bu yetişkin ve birikimli kadrolar,  bilinçli ve özverili çalışmalarıyla TPAO’yu 1990’ların başındaki üretim patlaması sağlayan büyük  başarılara taşımışlardır.  
Okan Özdemir’in Arama Grup Başkanlığı görevinden ayrılmasından sonra, Güneydoğu Anadolu ve Trakya Bölgelerinin dışında kalan ve sondajlı arama yatırımları durdurulan Tuzgölü, Çankırı-Çorum havzaları ile Adana-İskenderun baseni ve Batı Toros Bölgesinde, sondajlı arama çalışmaları yeniden başlatılmış ve arttırılarak sürdürülmüştür.  Örneğin Batı Toroslar’da 1987-88 yılları arasında 7 adet arama kuyusu açılmış ve 27.600 m. sondaj yapılmıştır. Sözkonusu  arama kuyularının lokasyonları sadece yüzey jeolojisi esas alınarak belirlenmiştir. Ana kaya yönünden yeterli çalışma yapılmamış ve bölgede ana kayanın varlığı konusunda sağlıklı bilgi elde edilmemiştir. Antalya ve Elmalı Napları otokton ünite üzerine yerleşirken, otokton birimlere büyük atımlı ters fayların egemen olduğu, etkin asimetrik yapı sistemleri oluşmuştur. Ancak lokasyonlar belirlenirken, bu yapısal sistem gözardı edilmiştir.  
Demre-1 Kuyusu
..Bölgede sondajlanan Demre-1 kuyusu 6111 m. lik  derinliği ile ülkemizde  kazılmış en derin kuyudur. Sondajcılık yönünden Türkiye’nin en derin kuyusununu sondajlamış olduğumuzdan dolayı övünç ve gurur duyduk. Ancak; kuyudan elde edilen sonuçları aramacı gözüyle değerlendirdiğimizde hiç de olumlu sonuçlar alınmadığını görürüz. Kuyuda 5996 m. de büyük atılımlı bir bindirme  kesilmiştir; ve böylece yüzey jeolojisinde belirlenen yapısal formun, yeraltına yansımadığı açıkça görülmüştür.  Ayrıca, kuyu dibi sıcaklıkları son derece düşük ölçülmüştür. (4700 m.de 68 derece). Bu veri, meteorik  su girişiyle oluşan yıkanmayı göstermektedir. Aynı durum bölgede açılan diğer kuyularda da görülmüştür. Böylesine etkin bir yıkanmanın olduğu alanda petrolün varlığından söz edilemez. Asıl üzerinde durmamız gereken husus ise; aynı olumsuzlukların daha önce açılmış kuyularda da saptanmasına rağmen bu olumsuz gerçekler gözardı edilerek Demre-1 kuyusunun açılmasının kabul edilmesidir.  
Yabancı Şirketler İle Ortaklığa Gidilmiştir
Sınırlı ve yetersiz arama yatırımlarının artırılması amacıyla, uluslararası yabancı petrol şirketleri ile ‘Ortak  Petrol Arama Anlaşmaları’ yapılmıştır. Amoco, Arco, Esso Chevron, Shell, Salen Energy ve BP gibi uluslararası büyük petrol şirketleriyle ortaklık anlaşmaları yapılarak, ağırlıklı olarak, Güneydoğu Anadolu  Bölgesi’nde petrol arama çalışmaları başlamıştır. Shell şirketiyle ortak yürütülen  arama çalışmaları sonucunda, Batman  Bölgesi’nde Karaali ve Kastel  sahalarında  petrol bulgusu gerçekleştirilmiş ve her iki saha üretime konmuştur. Ayrıca Adıyaman bölgesinde Arco şirketiyle ortaklık çerçevesinde sürdürülen arama faaliyetleri sonunda, Cendere ve Ozan Sungurlu sahalarında petrol bulunmuş ve üretime konmuştur. Bir aramacı olarak altını çizerek belirtmek isterim ki; her iki ortaklıkta da proje çalışmalarını operatör olarak, TPAO tam yetkili olarak yürütmüştür.  
Keşif Patlaması
Uzun dönem 19.000 varil/gün düzeyinde seyreden petrol üretimimiz yeni petrol arama stratejimiz uygulanması sonucu hızlı bir biçimde artarak 1992 yılında 74.570 varil/gün düzeyine çıkmıştır. Bu dönemde tamamı Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere 30 adet yeni petrol bulgusu gerçekleştirimiştir. Özellikle Adıyaman Bölgesi’nde 14 adet petrol keşfi yapılmış ve yeni bulgularla 145 milyon varillik üretilebilinir petrol rezervi saptanmıştır.  
Sadece Adıyaman Bölgesi’ndeki günlük petrol üretimi 50. 000 varil/gün düzeyine çıkmıştır.  
1981 yılı başında, arama stratejimizin köklü değişimi ve gerçekleştirilen yeniden yapılanmanın sonucunda bu  üretim seviyelerine ulaşılmıştır. TPAO’nun lokomotifi konusundaki Arama Grubu gerçekleştirildiği petrol keşifleriyle hepimizin onur duyacağı  bu başarıyı elde etmişlerdir.”  
Arama Grubunda 120 kişi birden terfi ediyor
1985    yılından 1992 yılı başına kadar, TPAO’da çalışan kapsam dışı personelin bir üst göreve atanması konusunda hiçbir olumlu gelişme olmamıştı. Bu gelişme, Arama Grubu’nda çalışan yerbilimci kadrolarında, büyük bir moral çöküntüsüne neden olmuştu.  Konunun çözümü yönünde dönemin Genel Müdürü Özer Altan ile çeşitli görüşmelerimize rağmen  olumlu bir sonuç alınamamıştı.  
1992 yılında Okan Özdemir, Genel Müdür görevine atandığında ben Arama Grup Başkanlığı görevini yürütmekteydim. Yurtdışı hidrokarbon aramalarına öncelik verme kararında olduğumuzdan, Arama Grubu’nda yeniden yapılanmaya gidilmesini öncelikli bir hedef olarak belirledik ve gerekli organizasyon çalışmalarını  süratle başlattık. Yeni yapılanma ile, mümkün olduğu kadar çok sayıda yer bilimcinin terfi etmelerini sağlamak ve  onların  yıllarca süren bu  mağduriyetlerini gidermek istiyorduk.  
Arama Grubu’nun yeniden örgütlenmesi ile, 6 adet Grup Başkan Yardımcılığı ve 22 adet Arama Müdürlüğü kadrosu elde edilmişti. Yurtdışı projelerini yürütmek üzere, müdürlük düzeyinde yeni kadrolar oluşturulmuştu. Yeni organizasyonun uygulanmaya konulmasıyla, 120 yerbilimcinin  bir anda terfi etmesi gündeme gelmişti.  
Hazırladığımız atama listesini Genel Müdürümüze  imzalatmak üzere geç saatlerde, Okan beyin ofisine gittim. O dönemde geç saatlere kadar çalışmak bir alışkanlık haline gelmişti. Durumu ve gerekçeleri kısaca anlattım. Kendisi, böylesine kabarık bir liste beklemiyordu. Eline, atanan listeleri alıp sayfaları sukunetle çevirdi ve “Bunların hepsi bir anda mı terfi edecek?” diye sordu. Ben de söz konusu atamaları mutlaka yapmamız gerektiğini; zira altı yıldır büyük özveriyle çalışan ve gerçekleştirdikleri başarılarla TPAO’da üretim patlamasını sağlayan kadroların, bu süre içerisinde herhangi bir üst göreve atanmadıklarını belittim.  
            Okan bey, büyük bir kararlılık ve güven duygusuyla hazırlamış olduğumuz listeyi imzaladı ve böylece 120 yerbilimci arkadaşım bir anda üst göreve atandı ve yılların mağduriyeti giderilmiş oldu.  
Kuyu Joeloğu Bağımlı Olmaktan Kurtuluyor
“TPAO’nın kuruluşundan günümüze kadar, yerbilimcilerle petrol mühendisleri arasında bir iktidar çekişmesi süregelmiştir. Daha çok kuyularda çalışan yer bilimci kadros, söz konusu ortamı yakından yaşamışlardır. Sahada görev yapan jeolog ve jeofizikçiler  bu çekişme ortamının dışında olmuşlardır.  
Kulelerde görev yapan kuyu jeologları, kuyudaki operasyonların yapılmasına karar veren tek merci olmasına rağmen; özellikle parasal konularda kule mühendisine bağımlı olduklarından daima bir eziklik içerisinde olmuşlardı. 1973 yılında, Batman Bölge Jeoloji Müdürlüğü görevini yürüten Doğu Tuna’nın  yoğun çabaları sonucu,  kuyu jeologlarına ihtiyaçlarını gidermeleri konusunda  avans verilmesi sağlanmış ve böylece parasal açıdan sondaj mühendisine bağlı olmaktan kurtulmuşlardır.”  
Petrol ikramiyesi herkese verilmezdi.
“Petrol bulgusu, yerbilimci kadroların çalışmaları sonucu gerçekleştirilen bir başarıdır.  Geçmiş dönemde, bir hidrokarbon keşfi gerçekleştirildikten sonra petrol ikramiyesi dağıtılırdı. İkramiye ağırlıklı olarak sondaj kulesinde çalışan personele verilirdi. Telsizci, ahçı ,garson, şöför, numuneci gibi personel ikramiye almaya  hak kazanırken kuyuda çalışan kuyu jeoloğu ise zaman zaman unutulurdu.  
Aslında, petrol bulgusunu gerçekleştiren ve keşfin asıl sahibi lokasyon yerini belirleyen yerbilimci kadrosudur.  Şayet lokasyon   farklı bir yerde belirlenseydi petrol bulma şansı olabilirmiydi? Bu gerçeğe rağmen, hiçbir zaman hidrokarbon bulgusunun gerçek sahiplerine, petrol ikramiyesi verilmemiştir.
Petrol Bulguları Arama’nın Etkinliğini Arttırmıştır
“1975 yılında yaşanan sendikalaşma hareketinde Arama Grubu öncelik yapmıştır.  İzleyen yıllarla gerçekleştirilen petrol bulguları ile Arama Grubu etkinliğini artırmış ve her konuda söz sahibi olmuştur.  1981 yılından sonra da Arama, TPAO’nın temel unsuru ve lokomotifi haline gelmiş ve şirketimizi yarınlara taşıyan büyük devrimleri gerçekleştirmiştir.”  
Arama Grubunda Toplu Dayanışma
“Bu konuda yaşadığım bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.  1981 yılında, Batı Şelmo ve Güney Dinçer sahalarında petrol bulgusu gerçekleştirilmişti.  Söz konusu  dönemde, Kenan Evren başkanlığındaki bir askeri komite, ülkeyi yönetmekteydi.  Kenan Evren ve beraberindeki askeri bir heyet, petrol keşfi gerçekleştirilen iki sahayı ziyaret etmek ve kuyuları üretime törenle açmak üzere, bir geziye çıkmışlardı.  
Genel Müdürümüz Selahattin Özkan, o dönemde Arama Grubu’nun bağlı olduğu Genel Müdür Muavini İsmail Kafesçioğlu’nun yer almadığı bir grupla, petrol keşiflerinin gerçekleştiği Batman Bölgesi’ne gitti ve Kenan Evren’e brifing verdi.   Bu gelişme, biz aramacıları fazlasıyla üzmüştü.   ‘Nasıl olurda petrol keşiflerimizin gerçek sahibi olan Arama Grubu’ndan sorumlu Genel Müdür Muavini, böylesine bir organizasyonda yer almazdı?’   Seyahat dönüşünde konuyu aramızda  tartıştık ve bu davranışı Arama Grubu’na bir hakaret olarak değerlendirdik.  Grup olarak genel müdüre tepkimizi gösterme kararı aldık.  Süratle 100’den fazla istifa dilekçesi toplayarak Grup Başkanımız Okan Özdemir’in başkanlığında bir heyetle Genel Müdür’e gittik ve yapılan bu uygulamayı doğru bulmadığımızı belirterek tüm istifaları masasına koyduk.   Selahattin bey, gelişmeyi hayret ve şaşkınlıkla karşıladı.   Yapılanın yanlış olduğunu ve istemeden yapıldığını belirterek bizleri teskin etmeye çalıştı.  
O günlerin Arama Grubu’nda  böylesine güçlü bir dayanışma duygusu ve yönetime duyulan sarsılmaz bir inanç vardı. Bu güçlü arama şuuru ben şirketten ayrılıncaya kadar güçlenerek devam etti  ve sanıyorum günümüzde de devam ediyor.” 
* TPIC  KURULUYOR
Yalçın Umurtak anlatıyor: “1990 senelerinde, Dünya Petrol Endüstrisinde kendi topraklarında petrol üretimi olmayan ülkelerin başlattığı bazı hareketler, dikkat çekiyordu. Gerek dergilerde, gerek haberler de bu konuyu bulmak mümkündü. Petrol sahası olmayan ülkelerin başını Japonya ve Almanya çekiyordu. TPIC ’in doğuşunun ana felsefesi şudur:  Kendi hudutları dışında, başka ülkelerde ruhsat veya hisse olarak, kendi petrol gereksinimlerini karşılamak için daha güvenilir yollar bulmak.
Japonya’nın  hissesinde (kendi topraklarında) hiç petrol yokken, biz TPIC’ı kurduğumuz zaman, Japonya’nın dışarıda günde 450 bin varil kadar üretimi vardı. Bundaki amaç, bazı politik ve devletlerarası problemlere karşı ülkelerin petrol ihtiyacını karşılayacak daha güvenli bir yol temin etmeleridir. ‘Bunu acaba Türkiye yapabilir mi?’ diye düşünmeye başladık. Bunun öncülüğünü, Özer Altan  ve  Ozan Sungurlu yaptılar. O zaman ben, Amerika’da Amoco’nun Doğu ve Kuzey Afrika Arama Grubunun Baş Jeofizikçisiydim. Bu arada Ozan ve Özer beyle görüşmelerimiz oldu. TPIC’ın  kurulma ihtiyacı ve bunun oluşumuna siyasi güç imkan sağladı. TPAO’nun bunu yapabilecek gücü olduğuna da inanıldı. Bunun tamamen risk alma problemi olduğu, yabancı bir ülkede şartlar uygunsa, belli bir potansiyeli olan yere hisse almak kaydıyla, yatırım yapma imkanı sağlamak üzere ayrı bir şirket kurulmasına karar verildi.  Bunun üstüne, bu görev bana önerildi. Ben, bu görevi seve seve kabul ettim ve Türkiye’ye döndüm. Türkiye’de TPIC’in kurulma aşamasına gelindi. Tabiki, her şey çok kolay olmadı. Biz hemen bir dilekçeyle kurulacak zannediyorduk. Baktık ki: TPIC ‘in yurtdışında para harcaması bile yasakmış. Bunun için özel bir kanun yapılması gerekiyormuş. Tabi bunları adım adım öğrendik. Yavaş yavaş bir kanun çıkması gerekiyordu. Bu kanunu o zamanki Enerji Bakanı ve Cumhurbaşkanı imzaladı ve TPIC, onların düğmeye basmasıyla, çalışır duruma geldi.
TPIC, yurtdışında bir banka hesabı açtırdı. Yurtdışında bir şirket kurdu. İngiltere’de Jersey adasında, ben bir araştırma yaptım. Hukuken de güvenilir olan, Londra’da tanınan bir şirketle temas ettim. Banka hesabımızı açtık. Bu şirketin tüzüğünü hazırladık. Türkiye’de bunu tercüme ettirip, ilgili yerlerden onayını aldık. Onay almak da zor oldu. Aşağı yukarı bütün Bakanlıkları dolaştı önerimiz. Her Bakanlığın  hukuk müşaviri, TPIC’in kuruluş maddelerini inceledi. Bazı öneriler geldi. Hepsini tüzüğümüzün içine koyduk. Cumhurbaşkanlığı Hukuk Müşavirliğinden, kurulacak şirketin teşkilatlanması konusunda izahat vermek üzere köşke çağrıldım. Teşkilattan neyi kastettiğimizi sordular. Eski hukukçuların nezdinde ‘teşkilatlanma’ kelimesi başka manalar da ifade ediyormuş. Onu da düzelttik. ‘TPIC 10 milyon dolar parayı yurtdışında muhafaza edip, kullanabilir’ diye Bakanlar Kurulu, TPIC’e yetki verdi. Şirketin sahibi kim olmalı ki:  bu para çarçur edilmesin? Bu şirketin sahiplerini, TPAO’nun yönetim kurulu üyelerinden yaptık. Üyelere hisse verdik. Ellerinden de senet aldık. Politik baskılara karşı koyduk, TPIC’e yeni personel almadık, kadromuzu TPAO’dan sağladık.
TPIC, yurtdışında birçok ortaklığa girdi. Türkiye’nin adı duyuldu. Ama üretime ulaşabildi mi? Mısır’la üretime ulaştık. Bu üretimin ekonomik olmadığı gerekçesiyle, herkes o fikirde de değil, hissedar olduğumuz sahalar satıldı. Büyük potansiyeli olan bir, iki ruhsat almıştık. Ozan Bey’le beraber birkaç kez Mısır’a gittik. Mısır Petrol Bakanıyla görüştük. Ben halen o heyecanı duyarım: Mısır Petrol Bakanı, o zaman Batı Çölü’nde çok büyük bir ruhsatı, Türkiye’ye olan sempatisi nedeniyle, bize vermeye kabul etti. Sismik yaptık. 2 tane kuyu açtık. İkincisinde petrol bulduk. Parafinik petroldü. Zaten diğer sahalarda aynı petrol işletiliyordu. Şu anda dahi var. Dediler ki:  “Parafinik olduğu için petrol zor işleniyor.”
 Pakistan’la her zaman özel bir konumumuz vardır. Askeri amaçlı iş birliğimiz vardı. Bizden, birisi Özer Balkaş olmak üzere iki jeolog arkadaş orada kaldı. Oradaki kuyuları inceledik. TPAO’nun arşivine çok büyük kazançlar oldu. Pakistan’ın çok eski ve küçük üretim sahaları vardı. Ben de gittim 1-2 defa. İyi yerlere kuyu açıldı, ama o kuyunun sonuna gelindiği zaman ben yönetimde yoktum.
TPIC’de yaşadığım en büyük olay Libya işiydi. Hala arkadaşlar beni ve Özer beyi tenkit ederler bu konuda.  Biz, mantığı olmayan şartları kabul etmedik.
O zamanki Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, Tripoli’ye geldi. Biz Özer beyle elimizde haritalar, kapıda silahlı muhafızların durduğu, yandaki odada beklerken,  Özal, Kaddafi ile görüştü. Kaddafi’nin talimatıyla, Libya Milli Petrol Şirketi  heyeti ile pazarlığa başladık. Libya’da çalışan eski TPAO’lu arkadaşlarmız, bize büyük destek vererek yardım ettiler. Şansı yüksek olan ruhsatları, onların yardımıyla belirledik. Libya, kısa sürede 85 milyon dolarlık bir  yatırımı şart koştu. Onu kabul ettik. Ancak; kurulacak ortak şirketin yönetim kurulunun ‘2 onlardan 1 bizden’ olmasını değiştiremedik. Petrol bulunursa, hissemizi almayı sağlam şartlara bağlayamadık. Ayrıca bazı talepleri de karşılayamadık. Son gün, Libya  Petrol Bakanı bizi kabul etti. Özer bey: “ Biz her konuda anlaştık.  Lütfen  kurulacak ortak şirketin yönetim kurulunu 2 sizden, 2 bizden yapalım.” mealinde ısrar etti. Bakan  sonunda “ If it is problem for you, it is also problem for us.  Bu (sayı) sizin için bir mesele ise bizim için de bir mesele.” diyerek son noktayı koydu.
Kazakistan’daki üretim, TPAO adına değil de, aslında TPIC adına olmasının hiçbir zararı yok,  üsteli faydası da vardı ama bunu bu şekle sokmak  mümkün olmadı.
Eski bir Genel Müdürümüzün şöyle bir teşhisi var: Modern sanayide kurulmuş olan şirketler aşağı yukarı 50 senede ömürlerini tamamlıyorlar. 50 sene sonunda ömürlerini dolduruyorlar ve onların yerine yeni şartlarla, yeni kurulmuş şirketler geliyor. Yani TPAO’nun işlevini bitirdiğini düşünenler var aramızda.”
 TPAO Yurtdışına açılıyor:
Dursun Açıkbaş anlatıyor: “Petrol arama çalışmalarının başlangıcından, Azerbaycan ve Kazakistan faaliyetlerimizin başladığı 1992 yılı sonuna kadar, ülkemizde faaliyet gösteren TPAO ile diğer  tüm yerli ve yabancı petrol şirketleri; hidrokarbon arama ve üretim çalışmaları için, o dönemin parasıyla 6.1 milyar dolarlık kısmı, arama yatırımı olmak üzere, toplam 7.3 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirmişlerdi. Bu çalışmalar kapsamında,  1862  adedi TPAO’ya ait olmak üzere, toplam  2644 adet kuyu kazılarak 5.160.269 metrelik sondaj gerçekleştirilmişti. Yukarıda belirtilen yatırımlar sonucunda: 1992 yılı sonuna kadar, ülkemizde toplam 892.478.000 varil petrol ve 11.938.423.000 m³  doğal gaz rezervi bulunmuştu.  Aynı dönemde, TPAO ve diğer şirketler 632.168.011 varil petrol ve 2.1 milyar m³ doğal gaz üretmişlerdi. 1998 yılı sonu itibariyle; Türkiye’nin üretilebilir toplam petrol rezervi 238 milyon varildi.  
Türkiye’nin jeolojik ve tektonik konumu  nedeniyle, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Trakya dışında kalan alanların önemli bir hidrokarbon potansiyeline sahip olmadığı,  uzun yıllardan bu yana yürütülen arama çalışmaları sonucunda ortaya konmuştu.  
1992 yılında, TPAO, hidrokarbon potansiyeli yüksek olan ülkelerde kendi başına sahalar kapatarak, arama ve üretim yatırımlarını başlatmaya karar vermiştir. Bu amaçla; dünyanın petrol ve doğal gaz rezervlerinin büyük  bir çoğunluğuna sahip, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Sovyetler Birliği üzerinde çalışmaya başlamıştır.
1990’lı yılların başında, Sovyetler Birliği üzerinde çalışmaya başlanmıştır. 1990’lı yılların başlarında, Sovyetler Birliği dağılmış ve aramızda  tarih, kültür, dil ve din birliği gibi  bağların bulunduğu Türki Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bu ülkeler, ekonomik  ve teknolojik dar boğazlarını aşmak için zengin petrol kaynaklarını batı teknolojisi ve yatırımlarına açmışlardı. Bu süreçte, Türkiye ve Türki Cumhuriyetleri arasında imzalanan Ankara Beyannamesi’nde alınan kararlar doğrultusunda TPAO, kültürel, tarihsel ve siyasi ilişkilerimizin sağladığı uygun işbirliği ortamı nedeniyle, büyük petrol ve doğal gaz  potansiyeline sahip, Azerbaycan ve Kazakistan Cumhuriyet’lerinde arama ve üretim faaliyetlerini başlatmayı kararlaştırmıştır.  
AZERBAYCAN PROJESİ
İLK TEMSALAR, MEGA PROJE’YE NASIL GİRİLDİ?
..TPAO’nun, yeni oluşturulan yurtdışında  petrol arama stratejisi doğrultusunda, eş zamanlı başlattığı Azerbaycan ve Kazakistan projeleri, Türkiye ile söz konusu ülkeler arasındaki en büyük ekonomik projelerdir. Ulusal çıkarlarımız doğrultusunda geliş- tirilmiştir. Bu projeler, Türkiye’nin Kafkasya’da ve Orta Asya’da önemli bir yeri olmasına katkılar sağlamıştır.  
Haziran 1992’de, iki ülkenin cumhurbaşkanları Turgut Özal ve Ebulfeyz Elçibey’in görüşmelerinde, TPAO’nun Azerbaycan kara ve deniz  sahalarında petrol arama ve üretim faaliyetlerine katılması kararlaştırılmıştır. Sözkonusu toplantıya, dönemin TPAO Genel Müdürü Okan Özdemir, doğrudan katılmıştır.  
Okan Özdemir Bey’le birlikte, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi Genel Müdürü Sabit Bagirov ile ilk toplantımızı, Temmuz 1992’de Bakü’de gerçekleştirdik.    İzleyen dönemde Azerbaycan’a defalarca gittik. Azerbaycan’da çok büyük dostluklar ve inanılmaz yakın ilişkiler kuruldu.  Sabit Bagirof çok değerli ve üstün nitelikli bir kişiliğe sahipti.  Bagirov ‘un dürüstlüğünü, yurtseverliğini ve Türk’lere karşı  olan içten sevgisini unutmak mümkün değildir.  
İş görüşmesi yapmak üzere, Sabit Bagirov’un ofisine gittiğimiz bir gün, Mega Proje Konsorsiyumu’nu oluşturan  uluslararası petrol şirketlerinin en üst düzey yöneticilerinin Genel Müdür sekreterinin ofisinde, toplu halde beklediklerini gördük. O gün, konsorsiymu oluşturan şirketlerin, ortaklık oranları resmen açıklanacakmış; bu nedenle ortaklığı oluşturan şirketlerin temsilcileri, Bagirov’un kendilerini kabul etmesini bekliyorlardı. Sekreter bizim geldiğimizi  Sabit Bagirov’a haber verdi. Sabit Bey, hemen odasından çıktı ve çok içten  bir karşılamayla ve odadaki  diğer petrol şirketlerinin üst düzey yöneticilerinin hayret dolu bakışları altında bizi makam odasına aldı. Bizler içeride saatlerce görüştük. Konsorsiyum temsilcileri  ise, dışarıda beklemeye devam ediyorlardı. Sabit Bey; “Yabancı şirket temsilcileri ile önemli bir toplantı yapacağım. Lütfen siz yandaki bölümde oturun. Ben görüşmelerde herhangi bir sorunla karşılaşırsam, gelip sizlerin görüşlerinizi almak istiyorum. Bize yardımcı olun. ” diye bizden destek istedi. Görüşmenin belli bölümlerinde bizlerin görüşlerini aldı. Toplantının bitiminde, yine sarmaş dolaş bir halde odadan çıktık. Diğer şirket temsilcileri, şaşkınlıkla bizleri izlemeye devam ediyorlardı. İşte böylesine güzel bir ilişkimiz ve inanılmaz itibarımız vardı.  
Konsorsiyumu oluşturan dev petrol şirketleri, TPAO’nun Azerbaycan’da çok farklı, öncelikli ve önemli bir yeri olduğunu  bu olayla iyice anlamışlardı. TPAO’nun %5 ‘lik bir payla Hazar Denizi’nde yer alan Azeri, Çıralı ve Güneşli petrol sahalarından oluşan Mega Proje’ye ortak olacağı Azerbaycan  Devlet yetkilileri tarafından açıklandığında BP, Statoil, Amoco ve Unicol şirketleri söz konusu ortaklığa şiddetle karşı çıkmışlardı.    Çünkü söz konusu şirketler daha projedeki ortaklıkları gerçekleşmeden ve henüz ortada hiçbirşey yokken toplam olarak 130 milyon dolarlık bir harcamayı yapmış durumdaydılar. Azerbaycan o dönemde Ermenistan ile Karabağ’da savaş halinde idi. Bu nedenle büyük ekonomik sorunlar yaşamaktaydı. Verilen bu parasal destekle Azerbaycan Cumhuriyeti bazı acil sorunlarını çözüme kavuşturmuştu.  
Konsorsiyomu oluşturan  ve TPAO’nun Mega Projeye girmesine kesinlikle karşı olan petrol şirketleri, TPAO’nun Azerbaycan Cumhuriyetindeki itibarlı durumunu yakından görünce, bizlerin Mega Proje’ye girmemizi kabul ettiler. Zira buna engel olamıyacaklarını açık bir şekilde görmüşlerdi.  
İkinci büyük gelişme ise, Şah Denizi Projesinde gerçekleşmiştir. Projenin yürütücüsü konumundaki BP şirketi; TPAO’nun Azerbaycanda’ki etkinliğini yakından izlediğinden, projenin ileri aşamalarında TPAO’nun yaptırım gücünden yararlanabilmek amacıyla bize ortaklık teklifinde bulunmuştu.  
Mega Proje’nin hemen doğusunda yer alan Kepez Sahasında, Socar’la ortaklık görüşmelerini sürdüren Unucol şirketi, TPAO’ya ortaklık önerisinde bulunmuştu.  
Sabit Bagirov, yeni bir petrol kanunu yapmak istediklerini, ancak yeterli deneyimleri bulunmadığını belirterek bizden yardım talebinde bulundu.  Bizler yoğun bir çalışmayla 16.10.1992 tarihinde “Azerbaycan Cumhuriyeti Petrol Kanun Taslağı”nı hazırladık ve kendilerine teslim ettik.  
Zaman içinde, TPAO’nun Azerbaycan’daki konumu ve etkinliği artarak sürmüş; bu gelişme yabancı petrol şirketleri tarafından da görülmüştür. TPAO, o dönemdeki konumunu, yeni projelerde yer almayı sağlayarak başarı ile kullanmıştır. Hazar Denizi’nde yer alan Şah Denizi prospekti, önemli  bir arama projesiydi. BP/Statoil  ortaklılığı ile Azerbaycan Hükümeti arasında anlaşma görüşmeleri devam etmekteydi.    TPAO, proje ile yakından ilgilenmiş ve ortaklık yönünde büyük çabalar harcamıştır.    Projenin yürütücüsü konumundaki  BP Şirketi, TPAO’nun Azerbaycan’daki etkinliğini yakından izlediğinden, projenin ileri aşamalarında TPAO’nun yaptırım gücünden yaralanabilmek amacıyla, TPAO’nun %5 ‘lik bir payla projeye ortak olmasını kabul etmişti. Ancak biz %5’lik ortaklık payını yeterli görmemiş ve %15’lik pay için ısrarlı olmuşduk.  
Söz konusu dönemde, BP Şirketi’nin Caspian Projesi’nin Genel Müdürü Ed Whitehead, TPAO ile olan anlaşma görüşmelerini yürütüyordu.    Kendisi aşırı ısrarlı bir biçimde, Şah Denizi Projesi’nde TPAO’ya %5 ‘ten daha fazla bir pay verilemeyeceğini savunuyor ve zaman zaman bizleri rencide eden ifadeler de kullanıyordu. Görüşmelerin kilitlenmesi üzerine, Londra’da BP Şirketi’ni ziyaret ettik  ve Okan bey BP’nin Genel Müdürü ile doğrudan görüşerek, Ed Whitehead’ın başkanlık edeceği bir BP heyetiyle anlaşma görüşmelerini sürdüremiyeceğimizi açıkça belirtti. Bu görüşmelerin hemen ardından, Ed Whitehead  görevden alınarak yerine, Terry Adams atandı. Terry Adams’ın başkanlığındaki BP heyeti ile Ankara’da yaptığımız ilk toplantı öncesinde Okan Özdemir  beni çağırarak: ‘toplantıyı fazla uzatmayın ve gerekirse hemen bitirin’ talimatını verdi.   Toplantının başında TPAO’nın %15’lik payda ısrarlı olduğunu ve bunun kabul edilmemesi durumunda Şah Denizi Projesi’nden çekileceğimizi açık bir biçimde belittim. Terry Adams, TPAO’nun projeye %15’lik payla katılımını kabul ettiklerini  açıklaması üzerine, yarım saat gibi kısa bir süre içerisinde toplantı sonuçlandı. Bu hızlı gelişme, TPAO yönünden inanılmaz bir başarıydı. Sevinç ve heyecan içerisinde, Okan beyi bilgilendirmek üzere odasına gittim. Kendisi biraz endişeli bir ifadeyle toplantının bitip bitmediğini sordu. Bittiğini, ancak bizim istediğimiz biçimde sonuçlandığını anlatınca, beraber  tarifsiz büyük bir sevinç yaşadık.  
Azeri, Çıralı ,Güneşli sahalarından oluşan Mega Projede TPAO % 6.75’ lik bir hisseye sahiptir. Konsorsiyumun diğer üyeleri SOCAR, BP, Penzoil, Unucal, Exxon, Statoil, Lukoil, Hochu ve Delta-Hess şirketleridir. Projede, anlaşma öncesi 3.8 milyar varil olarak hesaplanan petrol rezervi, açılan geliştirme kuyularından sonra 6 milyar varile çıkmıştır. Ayrıca 105 milyar m³‘lük bir gaz rezervi hesaplanmıştır. Bu rezervlerden, TPAO’nın payına düşen rezerv  miktarı 400 milyon varil petrol ve 7.1 milyar m³ gazdır. Söz konusu rezervin, günümüz petrol fiatlarıyla parasal karşılığı 25,4 milyar ABD dolarıdır. Mega Projede sadece Çıralı-1 platformundaki 10 kuyudan günde ortalama 99.000 varil petrol ve 2.5 milyon  m³ gaz üretimi yapılmaktadır. Proje henüz ‘erken petrol üretimi’ dönemindedir. Projede planlanan üretim yatırımlarının tamamlanıp ve boru hattının yapılması ile 2012 yılında günlük petrol üretimi 700.000 varil/gün’e ulaşacaktır. TPAO’nun söz konusu dönemdeki günlük üretim payı 47.000 varil düzeyine çıkacaktır. Günümüzde TPAO, Türkiye’de 30.000 varil günlük petrol üretmektedir. Bu veriler göz önüne alındığında, Mega Proje’deki payımıza düşen petrol miktarınin önemi daha iyi anlaşılır.  
Şah Denizi Projesi’nde;  BP, Statoil, Totalelf, Socar, Lukagıp ve OIEC şirketleri diğer ortaklarımızdır. Şah Denizi  Projesinde yeni tamamlanan kuyudan sonra, hesaplanan yeni rezerv miktarı 1 trilyon m³ gaz ve 2,4 milyar varil kondanseyttir. Söz konusu rezervden TPAO’nun payına düşen miktar, 90 milyar m³ gaz ve 216 milyon varil kondonseyttir. Sözkonusu TPAO payının parasal değeri, günümüz petrol fiatlarıyla 30.9 milyar ABD dolarıdır.   
Hazar Denizi’nde Mega Proje’nin  hemen doğu uzantısında yer alan ve 0,5-1 milyar varillik üretilebilir petrol rezevine sahip Kepez Sahası için Unucol-TPAO Ortaklığı, Socar Şirketi ile anlaşma  görüşmelerine başlamıştı. TPAO bu ortaklık içerisinde %25 ‘lik paya sahip olacaktı.  
TPAO, son derece büyük petrol potansiyeline sahip Hazar Denizi’nde  kendi başına arama ruhsatında yatırım yapmayı kendine öncelikli bir hedef olarak belirlemişti.    Bu kapsamda yapılan değerlendirmeler sonucunda, Mega Proje’nin hemen kuzeyinde yer alan Karadağ , Samed Vurgun ve Kardeşlik prospektlerinden oluşan blok anlaşma alanı olarak belirlenmişti. Bu çerçevede; başında Socar Şirketi  Arama-Üretim Grubu Başkanı Akif A.Narimanov’un yer aldığı bir heyetle ortaklık görüşmeleri yapılmış ve ortaklık için mütakabata varılmıştı. Uzun müzakerelerden sonra taslak ortaklık anlaşması hazırlanmış ve imza aşamasına gelinmişti.  
Ayrıca, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi  ile doğrudan anlaşma yaparak karada yer alan Zire ve Türkanlı üretim sahalarının geliştirilmesine ve önemli hidrokarbon potansiyeline sahip olduğu düşünülen Gobustan Bölgesi’nde arama faaliyetlerine başlamak üzere ortaklık anlaşması için görüşmeler başlatılmıştı.” 
KAZAKİSTAN PROJESİ
İLK TEMASLAR
“TPAO’nın, Azerbaycan ve Kazakistan Cumhuriyetlerinde arama ve üretim faaliyetlerini başlatmaya karar verdiği 1992 yılında, Sovyetler Birliği yeni dağılmıştı. Bağımsızlığına yeni kavuşan ve büyük petrol potansiyeline sahip bu ülkede; söz konusu hidrokarbon potansiyelinden pay almak için uluslarası büyük petrol şirketleri arasında, amansız bir mücadele ve zamana karşı bir yarış başlamıştı. TPAO’nın elindeki tüm olanakları en iyi biçimde kullanarak; gerekli girişimleri acilen başlatması, kaçınılmaz bir zorunluluktu.  
Kazakistan Cumhuriyeti’nde petrol arama ve üretim  yatırım olanaklarını araştırmak ve işbirliği görüşmelerini başlatmak üzere, Genel Müdürümüz Okan Özdemir’in başkanlığında Şeref Ekinci, İlker Tuksal, Kadir Uygur ve benden oluşan bir heyet 1992 yılı Ağustos  ayı başında Kazakistan’a gitmişti.  
TPAO yetkilileri, ilk resmi görüşmesini, dönemin Başbakan Yardımcısı ve Enerji ve Petrol Kaynakları Bakanı Kadyr K.Beikenov ile yapmıştı.Uzun bir görüşme sonucunda Petrol Bakanı’nın istemi üzerine üretim projeleri ile ilgili işbirliği görüşmelerini sürdürmek  üzere Aktübinsk Bölgesi’ne gidilmişti.  
O dönem Kazakistan yaşam koşullarını anlatmak, oldukça güç. Son derece sınırlı sayıdaki otellerin pisliğini ve bakımsızlığını hayal bile edemezsiniz. Genelde gezilerimize yatak çarşaflarımız ve tuvalet kağıtlarımızla giderdik.  Ayrıca yemek olanakları da, son derece kısıtlıydı.  
Aktubinsk Bölge Müdürlüğü’nde yapılan görüşmeler sonucunda; Aktübinsk Bölgesi’nde yer alan üretilebilinir 40 milyar m³ doğal gaz ve 121 milyon varil petrol rezervine sahip Uruktau sahası ile 120 milyon varil üretilebilinir petrol rezervine sahip Kozasay petrol sahasında işbirliği yapılması kararı verilmiş ve protokol imzalanmıştı.    Ayrıca çeşitli çap ve uzunluktaki boru hatlarının yapımı konusu da protokolde yer almıştı.  
Ancak, bizim ana hedefimiz; büyük petrol ve doğal gaz rezervine sahip Kazakistan Cumhuriyeti’nde arama ruhsatlarını alıp, yatırım yaparak doğrudan arama faaliyetlerini başlatmaktı. Bu amaca ulaşabilmek için, doğrudan Kazakistan Cumhuriyeti Jeoloji ve Yeraltı Kaynaklarını Koruma Bakanı ile görüşmemiz gerekiyordu. Almati’deki Büyükelçiliğimiz kanalıyla, bakandan randevu alındı ve biz ilk uçakla görüşmelere başlamak üzere Almati’ye döndük.  
Almati’de, Jeoloji ve Yeraltı Kaynaklarını Koruma Bakanı Lev Mikhailovich Turubnikaov başkanlığındaki üst düzey Kazak heyeti ile uzun süren toplantılar yapıldı.    Görüşmeler sonucunda; iş birliği yapma konusunda ortak görüş birliğine varılmıştı.    Jeoloji Bakanı Turubnikaov, benim yaşamım boyunca tanıdığım en seçkin insanlardan biriydi. Böylesine dürüst, iyi niyetli, nazik, anlayışlı ve çağdaş dünya görüşüne sahip bir insanı tanımak ve onunla çalışmak benim için onur ve mutluluk kaynağı olmuştur.  
Karşılıklı ziyaretlerden sonra 10 Eylül 1992 tarihinde, Almati’de yapılan toplantı sonucunda, Lev Mikhailovich Turubnikauv ile TPAO’yu temsilen benim imzaladığımız protokol ile Kazakistan Cumhuriyeti Jeoloji ve Yeraltı Kaynakları Koruma Bakanlığı ile TPAO arasında ortak bir şirket çalışmaları başlamıştı.  
“ Ruhsatları TPAO’ya peşkeş çekiyorsunuz. Sizler vatan hainisiniz”
Protokolün imzalanmasından sonra, Kazakistan Başbakan Yardımcısı ve Petrol Bakanı Kadyr K.Baikenov, Jeoloji Bakanlığı ile oluşturduğumuz ortaklığı engellemek için inanılmaz bir çaba içerisine girmişti. Bir gün, Kazakistan Cumhuriyeti  Jeoloji Bakanlığı’nın iki bakan yardımcısı ile beni ofisine davet etti. Ortaklık görüşmelerinde gelinen son aşamayı  öğrenmek istediğini belirtti. Kendisine oldukça ayrıntılı bir şekilde görüşmeler anlatıldı ve yakında anlaşmanın imzalanabileceği açıklandı. Baikenov, birden bire büyük bir öfkeye kapılarak, Kazakistan Jeoloji Bakan Yardımcılarına hakaretlerde bulunmaya başladı ve kendilerinin vatan haini olduklarını, Kazakistan Cumhuriyeti’nin kaynaklarını, yatırım gücü ve uluslarası hiçbir deneyimi olmayan, TPAO gibi küçük bir şirkete peşkeş çektiklerini, sonuçta, kendilerinden hesap soracağını belirterek tehdit etti.  
Yapılan görüşmeler ve ortak çalışmalar sonucunda kurulmasına karar verilen Kazakistan, Türkiye ortak şirketi olan “Kazaktürkmunay”ın kurulması kararı alındı ve şirketin faaliyetleri hakkındaki sözleşme, 9 Ocak 1993 tarihinde, Kazakistan Jeoloji ve Yeraltı Kaynaklarını Koruma Bakanı Lev Mikhailovich Turubnikaov ile Genel Müdürümüz Okan Özdemir tarafından imzalandı.  
Alınan  ruhsatlardaki tüm çalışmalar ve arşiv için para ödenmedi.
TPAO, büyük çabalar sonucu Kazakistan’da, Pre-Caspian Baseni’nde yaklaşık 26.500  km² lik alana sahip yedi ayrı petrol arama ruhsatı için ortaklık anlaşması imzalamıştır. Bu ortaklık anlaşması ile sahip olunan ruhsat alanları,  boş olarak teslim alınmamıştır. Kazakistan Cumhuriyeti Jeoloji ve Yeraltı Kaynaklarını Koruma Başanlığı’na bağlı kuruluşlar, anlaşma tarihinde, ortak ruhsat alanlarında arama çalışmalarını ve yatırımlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. TPAO, anlaşmanın imzalanması ile ortaklık sahalarında sondaj çalışmaları sürmekte olan 54 kuyuyu devir almıştır.  
Devir tarihinde, söz konusu kuyularda 199.878 m. sondaj çalışması yapılmış durumdaydı. Ayrıca ruhsat sahalarında 13 adet  sismik ekip faaliyetlerini sürdürmekteydi. O dönemin TPAO sondaj metre maliyet fiatları esas alındığında, devr alınan sondajların toplam maliyeti en az 150 milyon ABD dolarıydı. TPAO, yukarıda belirtilen  ve gerçekleşmiş olan sondaj ve sismik çalışmalar için herhangi bir ödeme yapmadan tüm faaliyetleri karşılıksız olarak devr almıştır.  
1993 yılı başında, daha ortaklığın başlangıç aşamasında; 9 adet sahada petrol ve bir sahada ise gaz varlığı saptanmıştı. Ortaklığımız, böylesine önemli hidrokarbon potansiyeline sahip, içerisinde petrolün ve gazın varlığı birçok keşifle ispatlanmış, arama projesine, anlaşma hükümlerine göre: 1993-1996 yılları arasında, tüm ruhsat sahalarımızda, sadece 50 milyon dolar tutarında bir yatırım mükellefiyeti ile girmiştir.  
Cumhurbaşkanı Özal, Devreye Giriyor.
Ortaklık sözleşmesinin hemen sonrası; sözleşmenin tescil döneminde, Kazakistan Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı ve aynı zamanda Enerji ve Petrol Kaynakları Bakanı Kadyr K. Baıkenov’un öncülüğünde Ekonomi ve Maliye Bakanlıkları, TPAO’na çok büyük ve yüksek hidrokarbon potansiyeline sahip ruhsat sahalarının verildiğini  ve ayrıca yatırım olanakları bakımından, TPAO’nın yeterli olmadığını öne sürerek Kazakistan Cumhuriyeti’nin zarara uğratıldığını savunmuşlar  ve anlaşmanın feshi yönünde yoğun çabalar harcamışlardır. Ancak; Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın desteği ve Genel Müdürümüz Okan Özdemir’in ve benim yoğun temaslarımız sonucu  sorun çözüme kavuşturulmuştur. 9 Ocak 1993 tarihli anlaşma, Kazakistan Maliye Bakanlığının 4 Şubat 1993 tarihindeki tescili ile yürürlüğe girmiştir.  
9 Ocak 1993 tarihli anlaşmanın imzalanmasından sonra, TPAO, Kazakistan Enerji ve Petrol Kaynakları Bakanlığı’nın yetki ve sorumluluğunda olan üretim projelerinde, işbirliği  sağlanması yönünde yoğun çalışmalar sarfetmiştir. 1993 yılı Şubat ayında Uruktau ve Kozasay Sahalarının alınması için sürdürülen görüşmeler, sonunda ortaklık yapılması yönünde protokol yapılmıştır. Benim imzaladığım protokolun gereği olarak; sahalara ait tüm bilgiler alınmış ve Üretim Grubumuz tarafından yapılan değerlendirme çalışmaları sonucunda, fizibilite raporu hazırlanmıştır.  
Uralsk Bölgesinde, 1 nolu ruhsat sahamızda yer alan Tokarevskaya-Toplovskaya üretim sahaları zinciri; 22.5 milyar m³ doğal gaz, 15.5 milyon varil kondanseyt ve 15 milyon varil üretilebilir petrol rezervine sahipti.
Atrau (Gurvey) Bölgesi’nde yer alan Sazankurak, Tortay, Ravninkaya, Adaseki, Uşkan, Kemevkol ve Minitike-Manas üretim sahaları, toplam olarak 81.6 milyon varillik üretilebilinir petrol rezervine  sahiptiler. O dönemde Ural Nehri yatağı çevresinde kurulan Atrau şehrinde, büyük sel felaketleri yaşandığından sel felaketinin şehirde oluşturduğu yıkımları onarmak için  yeterli bütçe bulunmuyordu. Kazakistan Hükümeti, yukarıda belirtilen sahaların satış hakkını, Atrau Şehri Valiliği’ne vermişti. Petrol üretimi satışından elde edilecek gelir, şehrin imarında kullanılacaktı. Acilen paraya ihtiyaçları olduğundan,  petrol sahalarını inanılmayacak düşük fiatlara devr ediyorlardı. Örneğin; günümüzde 6.000 varil/gün‘le üretime alınan Sazankurak sahası için 3 milyon dolarlık bir satış fiatı isteniyordu. TPAO, Arama ve Üretim Grupları uzmanlarından oluşan teknik ekipler sahalarla ilgili değerlendirme çalışmaları yapmışlar ve hazırlanmış olan bu olumlu raporlar üzerine Kazak yetkililerle, ortalık görüşmelerine başlanmıştı. Daha sonra, cazip olan bu projelere, TPAO tarafından ilgi gösterilmedi.
FON
Kısa sürede başlatılan yurtdışı projelerinin tümünün gerçekleşmesi durumunda, TPAO’nın öz kaynaklarının bu yatırımları karşılayamayacağından, ilave parasal katkı sağlaması için de, siyasi otoritenin ikna edilmesi gerekliydi. Okan Özdemir, dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile, ben de, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile doğrudan görüşerek ve raporlar sunarak, yurt dışı  projelerine ek kaynak sağlanması yönünde desteklerini istedik. Ayrıca, Dış İşleri Bakanı  Hikmet Çetin ile de görüşmeler yapılmıştır.   Dönemin Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarı Ayfer Yılmaz, TPAO’nın bu girişimlerine büyük destek vermiştir. Bununla beraber, Enerj ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının bazı yetkilileri ise Ortaklığımızın bu talebini engellemek için çeşitli çabaların  içine girmişlerdir.  
Sonuçta; bu kapsamda yapılan talepler yerinde bulunarak, oluşturulan ‘Akaryakıt İstikrar Fonu’ndan projelere kaynak aktarılması kabul edilmiştir. Bilindiği gibi, 9. 8.   1993 tarih ve mükerrer 21663 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren, “Petrol Arama ve Petrol İle İlgili Faaliyetleri Düzenleme Fonu” kurulmasına ilişkin 20 sayılı kararın 9/f fıkrası hükmüne göre; TPAO’nın ETKB’nca fizibilite raporları onaylanmış, yurtdışı yatırımlarına fondan para aktarma yetkisi verilmiştir. Projeler TPAO’nın öz kaynakları ile başlatılmış ve yapılan ikraz anlaşması çerçevesinde; sadece bir kez, 1994 yılında 30 milyon dolarlık bir kaynak kullanımı sağlanabilmişitr.  
TPAO’nın yoğun yurt dışı petrol arama ve üretim faaliyetlerine paralel olarak, TPIC bünyesinde uluslararası petrol şirketlerine benzer yeni bir yapılanma gerçekleştirilmiştir.   Başlangıçta planlanan ve uygulanmaya konan organizasyon, yönetim değişikliği nedeni ile sürdürülememiştir.
Söz konusu gelişmede, en büyük etken projeye muhalif olanların baskıları ve siyasi otoriteyi yanıltmalarıdır. Yapılan yeni organizasyonda yer alamayanlar, muhalefetlerini sürdürmüşler; projeye sürekli engeller çıkarmışlardır. Bu dönem içerisinde 4 farklı bakan, siyasi otoriteyi yönlendirmiş ve buna bağlı olarak ta; TPAO’da dengeler sürekli olarak değişmiştir. Bunun sonucu olarak; her organizasyonun kendi düzenini oluşturması, yetki ve sorumlulukların belirlenmesi zaman almıştır. Büyük çalışmaların devam ettiği Kazakistan faaliyetleri, arama projelerindeki devamlılık bozulduğu için, bu durumdan fazlasıyla etkilenmiştir.  
Yurdışındaki projelere karşı, içeriden  yaratılan olumsuz tavrın, hem TPAO’ya hem de  Türkiye’ye büyük zararı olmuştur. Bu yıkıcı tavrın, TPAO’nın Hazar yöresinde dev petrol şirketleri ile mücadele ederek, ulusal politikamız çerçevesinde, yörenin doğal kaynaklarından önemli paylar edinmeye çalıştığı bir devrede ortaya çıkması, ayrıca dikkat çekicidir.  
TPAO, KAZAKİSTAN’DA YETERLİ ARAMA YAPMADAN ARAMA RUHSATLARINI TERK ETMİŞTİR:
TPAO, proje başlarken ruhsat içinde petrol bulgusu olan kuyuların, hatta sahaların yer aldığı, ya da yakın civarında büyük petrol sahalarının bulunduğu yapılara komşu  olan ruhsatları seçmişti. Onbir yıllık bir arama periyoduna sahip Kazakistan  Projesinde, daha arama periyodunun bitmesine 6 yıllık bir süre varken, 19.164  km²’lik alana sahip 4 ruhsat yeterli arama yapılmadan, terk edilmiştir. Daha sonra, üretim yapılan sahalar hariç, geriye kalan tüm arama sahaları terk edilmiştir.  
Beş yıl gibi kısa bir dönemde, böylesine büyük bir alana sahip ruhsat sahalarının hidrokarbon potansiyelini değerlendirmek, mümkün değildir. Örneğin; III-A Nolu Kobyekov-Koksaadin ruhsatında açılan Kobyakovskaya-1 kuyusunda, yapılan testlerden gaz gelişi olmuş ve kuyunun günlük üretimi 10.5 milyon ft³ olarak belirlenmiştir.   Ancak; kuyu teknik nedenlerle terk edildiğinden, üretime konamamış ve dolayısıyla kesin sonuç alınamamıştır. 160  km²lik  kapanıma sahip sahanın, muhtemel beklenir gaz rezervi, 13.5 trilyon feet³ olarak hesaplanmıştır. Böylesine dev bir hidrokarbon  kapanının, gaz potansiyelini  yeterince değerlendirmeden, ruhsatın terk edilmesi, talihsizlik olmuştur.  
III-A no’lu ruhsatın güney kesiminin batı devamında, Astragan sahası yer almaktadır.   Güneydoğu devamında ise, günümüzde dünyanın önde gelen batılı büyük petrol şirketlerinin oluşturdukları “Hazar Denizi” (Caspishelf) Konsorsiyomu’nun ruhsatları bulunmaktadır.  Hidrokarbon potansiyeli yönünden son derece cazip olan bu ruhsat alanımız, yeterli arama yapılmadan terk edilmiştir. Bu  durum, TPAO ve ülkemiz açısındandan büyük bir kayıptır. Nitekim söz konusu “Hazar Denizi Konsorsiyomu’ nun Kaşagan Sahası’nda açılan ilk kuyuda 4000 varil/gün petrol ve 7 milyon ft³/gün gaz test edilmiştir. 100 km uzunluğundaki  yapıda,  6 ila 40 milyar varil arasında değişen miktarlarda petrol rezervi olduğu hesaplanmıştır. Jeolojik konumu, hazne kaya özellikleri ve son derece büyük yapıların yer aldığı III-A no’lu  Kobyakov-Koksazdin ruhsatı, hidrokarbon potansiyeli yönünden, Kazakistan  Projesi kapsamındaki  yedi adet ruhsatın en önemlisiydi.  
Basında çıkan asılsız yazılar, cesaretleri kırdı
Konunun Türk medyasında tek taraflı olarak yer alması, TPAO’nın ve TPAO’nın üst düzey yönetiminin, sorumluluk alma yönündeki cesaretlerini kırmıştır. (Konunun, mesnetsiz, sürekli aleyhte olarak gazetelerde manşetlere taşınmasının verdiği duyguyla) O dönemin yöneticileri, mevcut ruhsatları terk etme yönüne gitmişler ve böylece ruhsat harçlarını ödemeyerek, ruhsatların düşmelerine neden olmuşlardır. (sorumluluktan kaçma yolunu tercih etmişlerdir. ) 
1996 yılında, TPAO Yurtdışı Projeler Grubu’nca yapılan fizibilite çalışmasında, petrollü olarak alınan sahalar için, 243 milyon varillik ortalama üretilebilinir petrol rezervi hesaplanmıştır. Daha sonra, aynı grubun yaptığı çalışmada ve TPAO Yönetim Kurulu Toplantısı’nda sunulan raporda, Kazaktürkmunay Limited Ortak Şirketi ruhsatlarında 250 milyon varillik üretilebilinir petrol rezervinin bulunduğu belirtilmiştir.  
Diğer taraftan, projedeki ortağımız olan Kazakoil Petrol Şirketinin yaptığı değerlendirmelerde, ortak ruhsatlardaki üretilebilinir petrol rezervinin 18.6 milyon ton (142,6 milyon varil) olduğu Kazakistan Cumhuriyeti Tabii Kaynaklar ve Çevre Koruma Bakanı  S.  J. Daukeev’in 5 Haziran 1999 tarihli yazısında belirtilmiştir.  
Günümüzde, ham petrolün varil satış fiyatı 60 ABD dolaının üzerindedir.  Bu  durumda ortak şirket  KTM’nin sahip olduğu 250 milyon varillik rezervin parasal karşılığı 15 milyar ABD dolarıdır. TPAO’nın payına düşen miktar ise yaklaşık 7,35 milyar ABD doları olacaktır.  
TPAO Yönetiminin Uralsk Ruhsatı’ndaki 6 milyon varillik üretilebilinir petrol rezervine sahip Darinskaya sahasını neden ekonomik bulmadığını anlamak mümkün değildir. TPAO, 1992 yılında, Türkiye’de 48 adet petrol sahasında petrol üretimi  yapmaktaydı.   Petrol üretimi yapılan sahalardan 17’sinde üretilebilinir petrol rezervi bir milyon varilin altındaydı. Hatta 60.000 varillik rezerve  sahip Kuzey Adıyaman; 100.   000 varillik rezerve sahip İkiztepe  ve 120.000 varillik rezerve sahip Alçık petrol sahaları ekonomik görülerek bu sahalardan petrol üretimi yapılmıştır. Aynı TPAO, Kazakistan’daki 6 milyon varillik üretilebilinir rezerve sahip Darinskaya sahasını ekonomik görmediğinden terk etmiştir.  
Petrolün varili 10-15 dolar civarında iken yapılan ekonomik analizlerin geçersiz olduğu tüm çıplaklığı ile ortadadır. Şayet Aktubinsk Bölgesi’ndeki Uruktau ve Kozasoy sahaları; Uralsk Bölgesindeki, Tokarevskaya-Toplovskaya ve Dorisiskaya sahaları ve Atrau Bölgesindeki 7 adet ufak petrol sahasında üretim anlaşması yapılsaydı, KTM, 344 milyon varil üretilebilinir petrol ve 62,5 milyar m³ doğal gaz rezervine sahip olacaktı.   Günümüz petrol va gaz fiatlarıyla söz konusu rezervlerin parasal değeri 33,1 milyar ABD dolarıdır. Bu durumda, TPAO’nın payı ise 16,5 milyar ABD doları olacaktı.  
O dönemde, 10 dolarlık petrol varil satış fiatının sabit kalacağı varsayılarak yapılan fizibilite çalışmaları sonucu üretim projeleri ekonomik görülmemiş ve anlaşmalar imzalanmamıştır. Bu da TPAO adına bir kayıp olarak kabul edilebilinir. 
KTM, 1993-1996 yıllarında, 124.831.291 dolarlık sondaj yatırımı yapmıştı.   Devir alınarak sondaj yatırımı yapılan 98 kuyuda, anlaşma  öncesi yapılan 199.898 metrelik sondaja ilave olarak 189.915 m. sondaj yapılmıştır. Ayrıca sondajı tamamlanmış  olarak devr alınan ve üretim yatırımı yapılan 11 kuyuda  yapılmış sondaj miktarı 41.190 m.dir. Yine ücret ödenmeden devir alınan ve henüz yatırım yapılmayan  29 kuyuda yapılmış sondaj miktarı ise 92.366 m.dir. Dolayısıyla KTM kuyularında yapılan toplam sondaj 533.369 metre olmaktadır. Birinci Arama Döneminde yapılan yatırımların toplamı, 189.707.978 dolardır.  
TPAO aynı dönemde yurdumuzda 212.48 milyon dolarlık arama yatırımı yapmıştır.   Bu yatırımlarla arama sondajı yapılan 94 kuyuda 189.397 m.sondaj yapılmıştır. Bu çalışmalar sonucu,  petrol bulgusu gerçekleştirilen 6 petrol ve 4 doğal gaz sahasında toplam 16.6 milyon varil eşdeğeri petrol ve doğal gaz  rezervi bulunmuştur.  
Yukarıdaki veriler, ülkemizde Kazakistan Projelerinden daha fazla yatırım yapmasına rağmen TPAO’nın Türkiye’de söz konusu yatırımlarla gerçekleştirdiği keşifler sonucu sahip olduğu petrol rezervi, KTM’nin petrol rezervinin yaklaşık  onbeşte biri kadar olmuştur.  
Ülkemizde petrol arama çalışmalarının başlangıcından, Azerbaycan ve Kazakistan faaliyetlerimizin başladığı 1992 yılı sonuna kadar, Türkiye’ de faaliyet gösteren TPAO ile diğer tüm yerli ve yabancı petrol şirketleri, hidrokarbon arama ve üretim çalışmaları için  toplam 7.3 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirmişlerdir. Söz konusu yatırımlar sonucunda, 1992 yılı sonuna kadar ülkemizde toplam 897.478.000 varil üretilebilinir petrol ve 11.9 milyar m³ üretilebilnir doğal gaz  rezervi bulunmuştur.  
“TC Devleti bile, ülke dışında, TPAO’nun sahip olduğu  ekonomik varlığa sahip değildir.”
Kazakistan ve Azerbaycan projeleri için yapılan toplam yatırım tutarı, yaklaşık 1 milyar dolardır.   Söz konusu yatırım sonucu; TPAO,  731 milyon varillik üretilebilinir petrol  ve 97 milyar m³ üretilebilinir doğal gaz rezervine sahip olmuştur.   TPAO’nın sahip olduğu söz konusu rezervlerin parasal değeri, 63.6 milyar ABD dolarıdır. Bırakın TPAO’yu Türkiye Cumhuriyeti Devleti bile ülke dışında böylesine ekonomik bir varlığa sahip değildir.  İçerisinde TPAO’nun da yer aldığı  10’dan fazla yerli ve yabancı  petrol şirketi, ülkemizde yaklaşık  50 yıl çalışarak  sahip oldukları, hidrokarbon rezervlerinden  daha büyük rezervlere, TPAO, Azerbaycan ve Kazakistan projelerinden, Türkiye’de yapılan yatırımlardan, 7 kat daha az bir yatırım yaparak sahip olmuştur.  
Azerbaycan ve Kazakistan’da başlatılan yatırımların ön çalışmaları ve anlaşmaları iki yıl gibi kısa  bir süre içerisinde tamamlanmıştır. Bu  sonucu,  1992-1993 yıllarında, TPAO’da  karar sahibi yönetici kadrosu, risk alarak  ve süratli karar vererek elde etmişlerdir. Daha sonra ise, imza aşamasına  gelen  üretim projeleri sonuçlandırılamamış; ayrıca Kazakistan Projesi’nde  arama yapılmadan sahip olunan ruhsatların neredeyse  tamamına yakın bir bölümünü terk edilmiştir.   Şayet üretim anlaşmaları imzalansaydı ve yeterli arama yapılmadan ruhsatlar terk edilmeseydi TPAO’nın sahip olduğu rezervler  bugün sahip olduğu rezervlerden çok daha büyük olacaktı.  
Bu olumlu değişimler, Arama Grubu’nun önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Petrol sektöründe deneyimli, üretken, zamanında karar verebilen, risk almasını bilen kadrolar bu büyük değişimleri gerçekleştirmişlerdir.”
Türkmenistan ile ilk temaslar
“Kazakistan ve Azerbaycan projelerimizle birlikte, Türkmenistan Projesi de büyük önem taşımaktaydı. Zengin gaz potansiyeline sahip Türkmenistan’da, işbirliği ortamı yaratılarak, üretilen gazı ülkemize ve batıya  taşımak öncelikli hedefimizdi.   Bu konuda Arama Grubunda bir çalışma grubu oluşturulmuş ve değerlendirme çalışmaları başlatılmıştı.   İşbirliği  yapma konusunda büyük aşamalar kaydedilmişti.  
1990 yılında, Suıounow Nazar Toılıevich başkanlığında bir Sovyet Heyeti TPAO’yu ziyaret etmişti.   Aramacılardan oluşan bu heyetle birlikte, Batman ve Trakya bölgeleri  ile Ankara’da Genel Müdürlükte, yaklaşık 15 gün beraber olduk ve işbirliği olanaklarını ayrıntılı bir biçimde görüşmüştük. Nazar bey’le aramızda bu süre içerisinde ciddi bir yakınlaşma olmuştu.   Kendisinin Türk’lere karşı büyük bir sevgisi vardı.   Daha sonra,  çeşitli heyetlerle karşılıklı ziyaretler olmuştu.  
1992 yılının Temmuz ayında, Bakü’de Unucol şirketiyle Mega Projedeki sorunlarla ilgili yaptığımız toplantı sonucunda, Unucol Şirketi Genel Müdürü, Türkmenistan’da TPAO ile ortak projelerde birlikte çalışma isteğini gündeme getirdi.   Görüşme sonrasında, ertesi sabah Unucol Genel Müdürü’nün özel uçağı ile Aşkabat’a gitme kararı verildi.  
Okan bey, ben, Unucol Genel Müdürü ve kurmaylarından oluşan bir heyetle Aşkabat’a hareket ettik.  Son anda heyete Azerbaycan  Mili Petrol Şirketi’nden Akıf A.    Narımonov’da katılmıştı. O dönemde Suıounow Nazar Toılıevıch, Türkmenistan Başbakan Yardımcılığı ve Petrol Bakanlığı görevini yürütmekteydi.  
Havaalanında bizi Türkiye Büyükelçisi karşıladı.   Nazar beyin, ani çıkan bir görev nedeniyle Kazakistan sınırına gittiğini ve ancak akşam saatlerinde geri döneceğini belirtti. Uzun bir bekleyişten sonra akşama doğru bakan bey, Aşkabat’taki ofisine döndü ve toplantı salonunda buluştuk.  
Nazar Bey, Unucol Genel Müdürü’ne dönerek: “Siz benim Türk gardaşlarımla birlikte gelmişsiniz, başım üstünde yeriniz var” diyerek toplantıyı açtı.  Toplantı sonrası biz ofisinden dışarı çıkarken, beni kolumdan tutarak özel konuşmak istediğini belitti.   Bana özetle: TPAO olarak tek başımıza geldiğimizde, istediğimiz sahada ortaklık yapma konusunda, elinden gelen her şeyi yapacağını belirtti.  
O dönemde, TPAO’nın Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan gibi ülkelerde böylesine büyük saygınlığı vardı.   Bize inanılmaz biçimde değer veriyorlar ve TPAO’yu diğer şirketlerden farklı bir konumda değerlendiriyorlardı.  
TPAO  KÜLTÜR VE SANAT ETKİNLİKLERİNDE – TSM KOROSU
Ziya Levent TOPÇUOĞLU anlatıyor: “TPAO’da entellektüelliğin yaygın olduğu yıllardı. 12 Nisan 1982’de burada göreve başladığımda, müzikteki çalışmalarım 4 yılı doldurmuştu ve ilk defa aynı yıl Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Şef olarak ilk sınavımı veriyor aynı zamanda ilk konserime hazırlanıyordum. Konumuz Sadettin Kaynak eserleriydi.
TPAO’da, teknik çalışmaların yanı sıra, sosyal etkinlikler içinde tek yapılan şey geleneksel hale getirilmiş Atatürk Resim Yarışmalarıydı ve ödülleri TPAO Kuruluş Yıldönümlerine denk getirilirdi. Bütün bunlar, sanat adına mükemmel hizmetlerdi. O zamanlar bolca olanaklar olduğu  halde, müzikle ilgili çalışma yapabilecek, Batman’daki ünlü orkestramız hariç, herhangi bir amatör faaliyet yoktu. 12 yıl boyunca bu şekilde çalışmıştım.
Arama Grubu Jeologlarından  Ahmet Dinçer, Turan Gülbay ve o zamanki Sosyal İşler ve Halkla İlişkiler Müdürümüz Erhan Erginsoy’un istek ve arzularıyla, bağlı bulunulan Genel Müdür Muavini  Mete Karancak’ın çabası ve Genel Müdürümüz Sıtkı Sancar beyin de onayıyla, 18 Kasım 1994 tarihinde TSM Koromuz kurulmuş ve 26 Kasım 1994 tarihinde de ilk çalışmasına başlamıştır. İkinci şefliğimi üstlendiğim bu organizasyonda ilk çalışmamız, şimdiki ana bina ile makam blok arasındaki ara geçişte bulunan o küçük konferans salonunda Pazar günleri 11:00 ile 14:00 saatleri arasında yapılıyordu. Burası oldukça soğuk oluyordu  ve ısıtılması da çok zordu.
Derslerimizde yerine göre nazariyat, solfej ve repertuar çalışmalarının yanı sıra şan dersleri de verilmekteydi. Hatırlıyorum da  8  yılda yaklaşık  200 şarkı öğretilmişti.
İlk yılın sonunda ulaşımı kolay ve çok daha sıcak bir ortam olan  Necati bey Caddesi’ndeki Raman Lokalimizin çatısı altında oldukça güzel çalışma olanağı bulduk. Buradaki en büyük destekçimiz  ise lokal amiri konumundaki   Mümtaz  Onör’dü.
Çalışmalarımız, zaman zaman TRT Ankara Radyo ve Televizyon Kurumu TSM saz ve ses sanatçılarının yanı sıra bazı ünlü bestekârların da ziyaretleriyle onurlandırılıyordu. Her zaman, gerek TPAO mensubu, gerekse camiamız dışından katılımlarla  60-70 kişiye ulaşan  koromuz , konumunu daima korumayı bilmiştir.”
SİSMİK EKİPTE BİR GÜN
Gani Eren anlatıyor: “Sismik kampta günün başlangıcı alacakaranlık dediğimiz saat 5 – 5.30 civarındadır. O saatte kalk borusunu andıran çan sesi önce işçi çadırlarından başlıyarak kampın gece bekçisi tarafından  ‘kalkın sabah oldu’ sesleriyle tüm kampa yayılır. Kamp sakinleri uykulu gözlerle havluları boyunlarında banyo karavanına doğru ‘Günaydın, Günaydın’ sözcükleriyle güne başlarlar. Bu erken çalan zil sesi, yataktan kalkarken zor gelse de daha sonraki zamanlarda espirili konuşmalara zemin oluşturacaktır.
Kahvaltı yeni bir güne başlamanın sabırsızlığıyla kalabalık ve biraz da telaşlı olarak yenir. Kampın mutfağı, yemeğe gelenlerin isteklerine karşılık verecek şekilde düzenlenmiştir. Kamp çalışanlarının istekleri üzerine, menü oluşturulur. Kahvaltı menüsü; karpuz, meyve suyu, süt, tost, yumurtadan oluşabilir. Sismik kamplarda önem verilen şeylerden biri de, zengin ve mükemmel servisli sofra kültürü olup, çalışanlarını mutlu edecek düzeydedir. Kamplarda birinci sınıf aşçılar çalıştırılır. İşçisinden, amirine bütün kamp personeli, bunu, biraz da yaptıkları işin önemi ve biraz da ödülü olarak görürler.
Kahvaltıdan sonra sırasıyla sondaj, dinamit, çakıl, kablo, topoğrafya ve recorder (kayıt ekibi) ardarda kampı terk ederler.
Sabahın ilk ışıklarındaki bu manzara  ve hareketlilik, dışarıdan bakanları hayrete düşüren ve gıptayla izleten bir görünümde olur. Araziye çıkan bu ekipler, günlük çalışma temposunun bilincinde olup, gerektiğinde mesai saati  mefhumuna bakmadan çalışacaklardır.
Sahaya çıkacak herhangi bir ekibin görevli personeli, yeni hazırlanmış doyurucu öğlen kumanyasını, çayını, buzlu su termosunu ve işte lazım olacak gereçlerini arabalarına koyarlar.
Kampta görevli ekip şefi (teknik) ve kamp amiri (idari), kampın mevcut sabah talimatlarını alıp, eksiklikleri tamamladıktan sonra büro traylerlerinde o günkü yapılacak işleri yeniden gözden geçirip, planlarlar. Ekip şefi, birgün önce gerçekleşen çalışmaların özetini, saat 08.30 civarında Ankara’ya uzun mesafeli telsiz aracılığıyla bildirirler. İletişimin sağlanamadığı durumlarda, bu ileti en yakın PTT’den telefon aracılığıyla yapılır. Günümüzde iletişim teknolojisi çok ilerlediği için, haberleşme çok daha kolaylaşmıştır.
Günlük görüşmeden hemen sonra ekip şefi yardımcısı, sismologu da yanına alarak, günlük proğramın düzenli çalışıp çalıştığını ve araziye çıkan ekipleri ayrı ayrı kontrol amacıyla araziye çıkar. Şayet kampa geç dönülecekse, kumanya eşliğinde proğramın yer aldığı topografya haritasını, termosu, telsizi ve dürbünü de yanına alarak, özel bir araçla sahaya çıkar.
Ekip şefi, amacına uygun olarak arazi ekiplerinden herhangi birini ziyarete gidebilir. Genellikle, güzergah, önce sondaj ekibinden geçer. Sondajların atış noktalarına  ne kadar yaklaştığı ve yüzey şartlarına göre sondajın süratini, özellikle kesilen formasyonun cinsini ve dinamitin kuyularda yeterli derinliğe inip, inmediğini ve kuyuların ilk hız zonunun altına inip, inmediğini kontrol eder. Gerektiğinde şef, sondör ve işçilerle görüşerek, yoluna devam ederek kablo ekibiyle karşılaşır. Sahaya serilen kabloların önceden verilen geometriye uygunluğunu kontrol eder ve hatalar varsa, kablo çavuşunu ikaz eder. Telsizle kayıt arabasını arayarak, gerekirse atışları durdurabilir. Daha sonra recorder’a giderek, atışlardan elde edilen kayıtları tek tek inceliyerek kayıt kalitesini kontrol eder, bazı kayıt parametrelerini orada değiştirebilir. Bu değişiklikleri Ankara ile paylaşır.
Atış esnasında yerleşim alanlarına yakın atışların, halka zarar verip, vermediğini kontrol eder ve gerekli talimatları verir. Kısacası o gün arazide bulunan tüm ekiplerin düzenli ve doğru çalışmalarını temin eder ve sıkıntılarını giderir. Burada mesai mefumu yoktur. Bazen, sismik saha ekiplerinin onaltı saat’e yakın çalıştıkları görülmüştür.
Ekipler günlük çalışmalarını bitirip, kampa döndüklerinde ilk önce banyo yapar daha sonra akşam yemeği yerler. Daha sonra her disiplin o günkü saha raporlarını teknik büroya iletirler. Eğer varsa ertesi günkü değişiklikleri alırlar. Tüm ekipler, şayet eksiklikleri varsa bunları giderir, ertesi güne hazır hale gelirler.
Yoğun geçen bir günün sonunda, kampa dönen ekipleri eksiksiz bir kamp düzeni ve hoş bir akşam yemeği beklemektedir. Bilhassa akşam yemekleri zengindir. Çünkü; dağ başında insanları motive eden en önemli lüks; yemektir. Bu gelenek doğrultusunda, kamp hayatı çok zevkli ve insanı cezbeden bir düzenliliktedir. Yemek esnasında ve sonrasında muhabbet ve sohbet başlar. Zaman zaman  koşullar uygunsa  ayda veya iki ayda bir ‘moral gecesi’ yapılır.
Akşam yemeğinden sonra, ekip şefi ve yardımcısı, sismolog,  teknik büro traylerinde o günkü kayıtları inceler, varsa aksaklıkları ortaya çıkarır ve yeni talimatları not eder. Ankara’ya prosese yollanacak manyetik teypler ve statikler, birkaç gün sürecek çalışmayla hazır hale getirilir. Ertesi gün kargoya verilecek şekilde kolilenir. Günümüzde topografya ve statikler, hatta ön kesit aşaması bilgisayarlar yardımıyla teknik büroda yapılabilmektedir.
Muhtemelen gece yarısına yakın bir saatte teknik ve idari ekip yoğun geçen bir günün yorgunluğu ve huzuruyla uyku treylerine doğru yürür.”
“5 Yıl Sonra  Bir Hatıra’nın  İzi İle”
“Ölümle Burun buruna..”
Azerbaycanlı gazeteci yazar Enes Cansever 7 Mayıs 1999 tarihli Azerbaycan Harman Gazetesi’nde şunları anlatıyor:
“Aporni, Yelemez/Giden gelemez”
1993 yılından bu yana Kazakistan’da petrol sektöründe önemli bir yatırım yapan TPAO, zor coğrafik şartlara ve imkansızlıklara rağmen çalışmalarının meyvesini toplamaya başladı.
TPAO ve Kazakoil ortaklığıyla kurulan Kazak Türk Munay Şirketi’nin Aktau eyaletine bağlı Aporni ve Yelemez bölgelerindeki üretim tesislerinin açılışına katılmak üzere Kazakistan’ın Enerji Ticaret və Sanayi Bakanı Muhtar Abdılyazov, Çevre ve Yeraltı Kaynakları Bakın Serikbek Davkeyev, Büyükelçi Kurtuluş Taşkent ve çok sayıda petrolcü ve yetkiliden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir heyetle yola çıktık.
Kazak Türk Munay Şirket’inin sempatik Genel Müdürü Baktıhoca İzmuhammetov ile Genel Müdür Yardımcısı Ali Altay Kaptanoğlu bizi de davet ettiler bu göğsümüzü kabartan açılış törenine.
2.717.000 kilometre karelik devasa yüz ölçüme sahip Kazakistan’ın geniş coğrafiyasında seyahat etmekse ayrı bir meşakkat.
Almatı’dan start alan gezimiz, 1,5 saatlik Almatı-Astana, 2 saat 40 dakikalık Astana-Atrau arasında uçakla ve 2 saat 40 dakikalık bir helipokter yolculuğundan sonra tören yeri olan Yelemez ve Aporni bölgesine ulaştık. Yani, toplam 6 saat 50 dakikalık bir seyahatle ülkenin bir bölgesinden, diğerine ulaşabildik.
Yaklaşık altı seneden beri sözünü ettiğimiz topraklarda mekik dokuyan TPAO’nun Aktau Bölge Sorumlusu Hamit Er, yaşadığı sıkıntılardan dolayı “Aporni-Yelemez, giden gelemez” sözünü ezberlemiş. Hatta özellikle Türkiye’den gelen üst düzey yöneticilere bölgenin zorluğunu ifade etmek için, bu sözleri ofisin her tarafına yazıp asmış.
Gerçekten işadamlarımızın ülkemizden binlerce kilometre uzaklıkta, zor altyapı şartlarına rağmen, büyük başarılara imza atması her zaman olduğu gibi bir kez daha göğsümüzü kabarttı. Evet, bizler de Kazak Türk Munay’ın bu gurur gününde sevinçlerini paylaşmak üzere, uçsuz bucaksız Kazakistan’ın çölünü kuş bakışı seyrederek, Aporni ve Yelemez’e doğru gidiyoruz.
Henüz helikopterimiz yeni havalanmıştı ki; yaklaşık 30 dakika sonra sesinde yaşanan bir anormalikle birlikte avlanmış bir keklik misali yere doğru son hızla inmeye başladı. İlk kez bu kadar ölümün soluklarını ensemde hissetim. Hatta tabiri caizse, ölüm meleğiyle adeta diz dize olduğumu hissettim. Korku, heyecan ve sarsılmanın birbirine karıştığı bir anda adeta ecel terlerini döktük. Sendeleye sendeleye yere yığılan helikopterimiz uçsuz bucaksız çölün kuş uçmaz kervan geçmez bir yerinde kala kaldı.
Allah’ın hikmetleriyle dolu bir kaza. KATİAD Başkanı İlhan İldeniz ve TPİC Temsilcisi Mehmet Satır’ın olay sonrasındaki değerlendirmesi: Eğer motorda yaşanan arıza bir kaç dakika daha gecikmiş olsaydı biraz ötede bulunan Hazar’ın sularına gömülürdük.
Yapılan telsiz bağlantıları ve atılan havai fişeklerden sonra bize ulaşılabildiler. Tabii yaklaşık üç saat sonra...
Pilotumuzun ifade ettiğine göre; helikopterin iki motoru da tamamen yanmış. 40 seneden bu yana bu görevi yaptığını ve ilk kez böyle büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığını belirten pilot, kimsenin burnunun bile kanamadan bu büyük tehlikeyi atlatmasına ise bir türlü akıl erdiremediğini ifade etti.  Kaza geçirenlere bir kez daha geçmiş olsun.”
TPAO’NUN BAŞARILI VEYA BAŞARISIZ OLMASI TAMAMEN ARAMA GRUBUNUN PERFORMASINA BAĞLIDIR
Dursun Açıkbaş anlatıyor: “Günümüzde, tüm uluslararası petrol şirketlerinde olduğu gibi TPAO’da  da  arama,  kuruluşun temelini oluşturmaktadır.  Başka bir deyişle şirketin lokomotifi konumunda olan  Arama Grubu, TPAO demektir.   Şayet Arama Grubu hidrokabon  keşiflerini gerçekleştiremiyorsa, petrol sektöründeki diğer faaliyet alanlarının da etkin bir biçimde çalışmaları mümkün olamamaktadır. Bütün başarılar ve başarısızlıklar Arama Grubu’ndan kaynaklanır.  
Ülkemizin karmaşık jeolojik yapısı, hidrokarbon aramaları yönünden büyük güçlükler oluşturmaktadır. Bu pahalı ve risk faktörü yüksek çalışmanın başarılabilmesi için; özelikle güçlü ve deneyimli bir kadronun gerekliliği açıktır. Bilimsel içeriğin yanında, belirli bir ileri teknolojiyi gerektiren hidrokarbon aramaları, genelde bilinenden bilinmeye, yeryüzünden yeraltına uzanan bir mantık düzeni izleyerek uygulanmaktadır.    Bu uygulamaların başarı ile sonuçlanabilmesi için, yerbilimlerinin farklı disiplinlerinden oluşan  bir ekip çalışmasına gereksinim bulunmaktadır.  
Petrol aramalarında tek başarı göstergesi, yeni petrol sahalarının bulunması, ülkemizin petrol üretimin  arttırılması ve daha açık bir ifadeyle ekonomik başarıdır.” 
OLAYLAR. . . . İNSANLAR
*Reşit Yonca; İlk Petrol Şehidimiz
“ Garzan-1’de, kuyunun ilk kısımlarında darbeli sondaj yapılıyor. Darbeli sondajlarda matkabın büyüklüğü malum; (balta) dedikleri o koca şey. 360 metre  civarında  o koca matkap kuyuda şıkışmış. Kurtarmaya çalışmışlar ama bir türlü kurtaramamışlar. Dinamitle matkabı gevşetmek istemişler. Amerikalı baş sondör Kid Russel, sondör Hamdi usta ve Reşit Yonca sondaj barakasında dinamit hazırlığına başlamışlar. Reşit Yonca bir müddet sonra barakadan çıkmış kuleye doğru yürürken, sondaj barakasında şiddetli bir infilak olmuş. Kid Russel ve Hamdi Erol  usta anında ölmüşler. Bir saç folyo infilakin şiddetiyle fırlamış ve kuleye gitmekte olan Reşit’in kolunu omuzundan koparıp atmış. En yakın hastahane Diyarbakır’da, o da 10 saat sürüyor, yol yok, dere geçmek problem, o zamanın yol şartları çok kötü. Reşit Yonca fazla kan kaybından yolda hayatını kaybetmiş.” A.Durukal
*“Sondajcılık Zor İştir”
“Maymune Boğazında 1 numaralı kuyudan sonra, dağa çıkıp (Raman Dağı) orada sondaj yaptık.  8-9 ve 12 numaralı kuyularda petrol bulduk. O günlerin şartları başkaydı. Yılanlı çatılar altında çocuk büyüttük. Şimdiki gibi araba yoktu, taşıt yoktu.  Hatta bir defasında hastalanan çocuğumu doktora götürebilmek için, üzümcünün eşeğini üzümleriyle birlikte satın almaya mecbur kalmıştım. İmkansızlıklar içindeydik. Çalışırken de, yaşarken de. Mesela; matkabı dağa çıkarmak için kızak yapardık.  Bir defasında sondaj halatı taşımak için, halata ip bağlayıp, arkadaşlarımızla omuzlayıp, çektiğimizi çok iyi hatırlıyorum. Şimdi teknik olanaklar çok. Ama buna rağmen  sondajcılık yine de zor iştir. ”                  
Muhittin Eren  ile  1980 yılında yapılan bir söyleşiden. (Muhittin Eren’in torunu  Tuna Eren, Petrol ve Doğal Mühendisi’dir ve şirketimizde çalışmaktadır. Tuna, dedesinden, petrol jeoloğu olan amcası Abdurrahman Eren’den ve babası derikmen Haluk Eren’den almış olduğu petrolcü bayrağını, gelecek nesillere doğru taşımaktadır.yn.)
* “ Bir kişi, bir kişi ”
“Sondaj masası dediğimiz 6-7 ton ağırlığında bir masa vardır.  Bunu sondajcılar çok iyi bilirler.  Kaldırdılar, yerde monte edilecek.  İple bağladık, kenara çektik, ipi tutuyoruz 4 - 5 kişi.   Aşağıdan  “ bir kişi ” diye bir ses geldi, 1 kişi gitti.  Arkadan “ bir kişi ” daha dediler 1 kişi daha gitti.  Velhasıl 5 kişi “bir kişi, bir kişi” diye aşağıya gitti.  Bir tek ben kaldım.  Ama ip boruya sarılı olduğu için bir kişi rahatlıkla tutabiliyor.  Aşağıdan ısrarla bağırıyorlar “ bir kişi, bir kişi ” diye.  Bende ipi bıraktım aşağı gittim.  Bırakınca o 6-7 tonluk masa, kulenin bir başından öbür başına nasıl bir sallandı.  Herkes 1,5-2 m. lik mesafeden kendini kuleden aşağı attı. .  Bana “niye bıraktın ?” dediler.  “Bir kişi diye ısrar ediyorsunuz ne yapayım? ” dedim.  “Biz sana demiyoruz, biz aşağıdaki adamlara 'çek’ diyoruz” dediler.  Meğerse kürtçe ‘bikşi’ demek, ‘çek’ demekmiş. “Hasan Hüseyin Ural”
* “Kapat,  kapat zayi olmasın. . . . ”
“Yıl 1944. Kurtuluş Savaşı’nda Musul ve Kerkük’ü kurtaramamanın ve petrolsüz kalmanın ezikliğini yıllardır içinde saklayan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Raman Dağ’ındaki çalışmaları neredeyse günü gününe izlermiş.  İlk ekonomik kuyu açıldığında çok sevinen İnönü, zamanın ulaşım zorluklarına bakmadan kalkıp gelmiş. Necdet Egeran küçük bir depoya petrol basan mütevazi kuyunun vanasını dışa açıp, olayı görüntülemek istemiş. İnönü vanadan dışa fışkıran petrolü görünce telaşlanmış “KAPAT, KAPAT”  demiş Egeran’a “ZAYİ OLMASIN”.  Her damla petrolün bedelinin, bir damla kan olduğu gerçeğini İsmet Paşa iyi biliyordu.”  Yukarıdaki satırlar  TPAO  Batman İdare Amiri  Raşit Erel’in oğlu olan gazeteci Teoman Erel’in, Milliyet Gazetesi, Teleks, ”Petrol Horonu “ adlı makalesinden alınmıştır.
*Üzücü Bir Olay ve Raman-11
“Raman-11’i  deliyoruz ve çok ümitliyiz. Raman-9 sonrası ülkede bütün gözler yeni açılacak Raman kuyularında, acaba Raman gerçekten bir petrol sahası mı  diye.  . Amerikalı sondör Guy Mayes, saat  16.00 da son vardiyaya gelmiş. Ben kuyunun “Kontrol Mühendisiyim.” Neler oluyor diye kontrol etmek üzere 11 numaraya geldim, kuleye çıktım. Tijler normalden çok hızlı dönüyor, 2 misli hızla dönüyor.  Mayes sert hareketler yapıyor. Biraz daha yanına gidince sarhoş olduğunu anladım. Drillexco ile yapılan anlaşmaya göre, bizim onların çalışmasına müdahaleye hakkımız yok. Raman’da Amerikalıların başı vardı, Woddy adında yaşlı bir adam, bir gözü de görmüyordu.  “ Bu adam sarhoş, bunu buradan al, bir kaza yapacak.” dedim. Ben Guy Mayes’in sarhoş olduğunu anladığım sırada  Guy, freni bıraktı yanına geldi, “Seni İnönü’ye şikayet edeceğim. Sen, bizim kaldığımız kampa bakmıyorsun.” dedi. Meğerse Mayes’in hamile karısı  kamptaki  yeni lojmanında fare görmüş ve neredeyse çocuğunu düşürecekmiş. “Sen niye barakalara fare zehir’i koymuyorsun.?” diye beni suçladı. Woddy de sarhoş olduğunu anladı ama vardiyada yine Mayes kaldı. Çünkü Guy’un yerine koyacak kimse yoktu. Woody, Mayes’in yanına gitti,  onu gözlemlemeye ve onunla konuşmaya başladı..
Ben aşağıya, Maymuneye geldim. Bir saat geçmedi aradan, işçiler telefon ettiler, “Efendim kule indi aşağıya.” diye.  Meğerse fazla asılmış Guy Mayes, fazla kuvvetle çekince, bütün kule olduğu gibi, arkasındaki sırta yatmış. Allah’tan sadece halat kopmuş, kimse ölmemiş. Bir gittim ki; sondaj makinesi üzerinden silindir geçmiş gibi boylu boyunca yerde yatıyor. 11 nolu kuyuyu terk ettik. Kule,  Cardwell kuleydi..” Abdurrahman Durukal
*Uçakla Ankara-Diyarbakır
“ Bazı mahsurlarına rağmen, MTA’nın iyi bir tarafı vardı, diğer devlet kuruluşlarına nazaran formalitesi çok az olan bir devlet kuruluşuydu. Mesela, Etibank’ta ve DSİ’de  bir mühendis bir yere gönderilecekse; genel müdür dahil 4-5 tane imzaya gerek duyulurdu. MTA öyle değildi. MTA’da çalışanlar, şube müdürünün bir parafıyla uçakla gidebilirlerdi. 1948 den itibaren Diyarbakır’a uçak seferleri yavaş yavaş  başlamıştı. Amerikan askeriyesinden alınan uçaklar ( Dakota C-3), buradan kalkıyor, Kayseri’ye iniyor. Kayseri’den  Sivas’a, Sivas’tan Malatya’ya, Malatya’dan Elazığ’a  oradan da Diyarbakır’a  iniyordu. Uçak güzergahı buydu. Gene de  zaman bakımından pek tasarruflu oluyordu. Tren ise 3 gün 2 gece sürüyordu..’’  Abdurrahman  Durukal
*Bir Garzan Hikayesi ; Alınan Büyük Risk ve Mutlu Sonuç    
“Garzan-1 petrol  emareliydi.  Garzan- 2’ yi ben açtım, bitirdim.  Kuyuda o zaman jeolog yok.  ‘Jeolog Alaadddin Bey’ diye takıldığımız ve herkesin sevdiği Alaaddin  dayı kuyudan çıkan numuneleri  topluyor.  O zamanlar karot imkanı da yok.  Kuyu hedef seviyeye yaklaştığında ben kırıntı numunelerinde hafif petrol görmüştüm.  Her kuyunun bitiminde mutad olduğu üzere, Cevat Eyüp ve Mehlika Taşman  Ankara’dan geldiler. Kuyunun son durumunu değerlendirdiler. “Kuyu hakkında ne  düşünüyorsunuz, Cevat bey ?” dedim.  “ 99 teneke çıkar ama 100 teneke diyemem. ” dedi.  Ankara’ya bir telsiz çekerek kuyunun terk edilmesini bildirdiler. 
Çok geçmeden Ankara’dan bir telgraf ile  kuyunun terk edilmesi emrini aldım. O gece sabaha kadar düşündüm.  Garzan sahası yapı olarak Raman’a çok benzer.  Bu kuyuda petrolün olduğuna inanıyordum.  Beynim, Raman-9 ve orada  yapılan asitleme, asitleme sonrası üretimin hızla artışı gibi olaylar ile dolu, bir türlü uyuyamıyorum.  Ben asit yaparak kuyudan petrol alacağımıza inanıyorum.    “Terk” emrini dinlemeden 7 inç  casingleri kuyuya indirdik.  Çimentoyu da yaptık,  iki gün donmasını bekledik.  Bütün ümidim asitti.  Bu arada ben bu işleri yaparken, Ankara’dan hiç ses, seda  çıkmıyor.  Herhalde    ‘Sonuçta onun işi zaten bitti, hatalarına devam etsin, defterini tam düreriz.’ düşüncesi hakim. 
Sabah erkenden kalkıp Dr.  İlhan ile  kuyuya gittik.  Dr. İlhan bu işlere çok meraklıydı.  Asit yaptık.  Merakla bekliyoruz, bütün ümidimiz asitte.  Bir müddet sonra  Dr. İlhan, “Abdurrahman bu çıkıyor.” diyerek koşarak geldi.  Avucundaki  çamurda  çok hafif petrol vardı.  Sonunda petrol gelmiş, bizi çok mutlu etmişti.  MTA, “kuyuyu terk edin” diye talimat vermişken, 3-4 gün sonra,  ben hergün telgrafla Ankara’ya kuyudan gelen mayi miktarını bildiriyorum.  “1. gün 35 ton,  2.  gün 38 ton  vb gibi petrol geldi”  diye telgraf geliyor benden.  Ankara’dakiler hem kızgın, hem şaşkın hem de mutlu gibi. 
Sonuçta, talimat dışına çıktığım için, ceza vermek üzere  Ankara’da Disiplin Kurulu toplandı.  Toplantı gıyabımda yapıldı.  Sonuçta  arazi primimi kestiler ve çok ters ve ağır  bir telgraf geldi.  Eğer Garzan-2 de petrol çıkmasaydı MTA benden çok büyük bir tazminat ödememi isteyebilirdi.  Hatta kuyuya indirilen 7 inç casinglerin ve yapılan çimentonun parasını bile benden alabilirlerdi.  „  Abdurrahman Durukal
*“Kulelerde telsiz veya telefon yok. Jandarma’nın telefonlarını kullanırdık. ”
 “Telsizler gelince tabii ki çok sevindik ve telsizleri Batman’a kurduk.  Ancak bu telsizler maniple ile çalışıyordu, şimdiki gibi karşılıklı konuşmalı değil.  Ordudan ayrılmış Kemal Dağlı, Necdet Heves  gibi telsizden anlayan arkadaşlar geldi.  Her sabah MTA ile manipleli muhabere kuruluyordu.  Kulelerde telsiz yoktu.  Örneğin Garzan da telefon vardı, o da jandarma telefonu.  MTA, prensip olarak yeni sondaj mahallerine 3-5 kişilik bir jandarma karakolu kurardı, o zamanlar.  Onlar vasıtasıyla irtibat kurardık.  Hepsinde öyleydi.  Daha sonra Kentalan’a telsiz götürdük.”  Abdurrahman Durukal
* “ Jeofizik nedir, bilen var mı ?”
“Ben  tesadüfen petrol sektörünün içine girdim, yani jeofizikçi oldum.  Askeri tıbbiyyede kayıtlı öğrenci iken MTA’nın bir burs imtihanı vardı.  Yıl 1950.  Sınava girdik.  Dediler ki: “Sen jeofizikçi oldun.” Jeofizikçi nedir, bilmiyoruz.  Birkaç kişiye sorduk, onlar da bilmiyorlar.  Dediler ki: “Nazım Terzioğlu bilir bu işi, ona gideceksin. ” Veznecilerdeki o koca üniversite binasına gittik. Sorduk soruşturduk, Nazım Terzioğlu’nu bulduk bir arkadaşla beraber.  Dedik ki; “ Biz jeofiziği kazandık, nedir bu?” “Sizin elinize bir alet vereceğiz” -bir şey gösterdi o arada ama biz ne olduğunu bilmiyoruz o zaman - “ Bu aletle dolaşacaksınız adım adım ve bu alet yerin altında ne varsa gösteriyor. ” “ Bu aletle başka bir şey yapılmaz mı, hep böyle dolaşmak mı lazım?” diye sorduk.  “Evet, hep böyle dolaşacaksınız. Yerin altında petrolü, madeni ne varsa onu göreceksiniz. ” “Hay Allah” dedik arkadaşla beraber, “İyi birşeye benziyor” dedik ve biz MTA burslu olarak jeofizikçi olduk. ” Özer Altan
*“Alaaddin Dayı”
“Garzan’a ilk gittiğimde, biri çalışma digeri yatak odasından ibaret  kuyu jeologlarının Makina Kimya Endüstrisi yapımı portatif tahta barakasında jeolog arkadaşlar  Süreyya Ekim ve İlhan İrepoğlu  ile Alaaddin Dayı’yı buldum.   Saçları aklaşmış oldukça dinç, arkadaşların her istediğine hemen koşan bir elemandı. Sonradan öğrendiğime gore 1930 lardaki isyanlarda Cemil Paşa’ya tercümanlık yapmış ve zamanla MTA’ya alınmış, hep jeologlarla çalışmış. Yöredeki kuyularda geçilen, Midyat, Gercüş, Germav ve  sonraları Garzan adını verdiğimiz Orbitoidli Kireçtaşı  formasyonlarını  iyice tanıyabilecek deneyimi  edinmişti. Mehlika  Taşman hanım tarafından belirlenen  Lackhartia Daviesi, Globotruncana, Orbitodes vb gibi   referans mikrofosillerini,  fosil ayıklıya ayıklaya öğrenmişti.  Şirkette çok az çalışan  Dr. Fritz Bender’in, Alt Germav’dan  petrollü seviyeye girene kadar  derinlikle artan kireç içeriğini belirlemek için uyguladığı kalsimetre ölçmelerini yapıyordu.  Bu becerileri ile biz jeologlara çok yardımcı oluyordu.  Kuyu başında saatlerce uykusuz kalır kuyu kesintilerini izlerdi. Petrollü seviyeye yaklaşınca ‘petrolün üstünde dans ediyoruz’ diyerek  sevinişini  hala hatırlarım.” Mithat Tolgay
* Tpao’ da İlk Ders
 “İnkilap Sokak denince, aklıma Ferhan Sanlav geliyor.  Gördüğüm en müthiş  idareciydi.  Çalışma disiplinini, düzgün çalışmayı ve tasarrufu ( ki o zamanlar her şey kıt ve zor bulunurdu) hep ondan öğrendik. Şöyle hatırlıyorum; Bana bir klasör verdi, deliklerini seloteyp ile onaracağım.  Her sayfanın kenarını boydan boya bantlayarak klasörün yarısına geldim.  Bir ara geldi, yaptıklarımı gördü. “ Sen na’pıyorsun, delikanlı? Biz fakir insanlarız.  Senin boydan boya bant çekme  hakkın yok.  Ancak deliklerln çevresini ve yıpranmış yerleri  bantlayacaksın” dedi.  Bu benim TPAO da aldığım ilk ders oldu.”  Metin Çakır
*Türkiye Petrollerini Niye Tercih Ettim ?
“Benim girdiğim  yıl, 1963 de  şirket 300 kişiden fazla değildi. Liseyi bitirmiş  akademiye  kayıt yaptırmış  kendime iş arıyordum.  Babamın aktif  politikacı olan bir arkadaşına gittim ve ondan bana iş bulmasını rica ettim.  Bana altı tane kurum adı saydı.  “Bunlardan hangisini istiyorsan, söyle onu yapalım”  dedi.  Basit bir karşılaştırma yapacağım.  O zamanlar torpil yaptırmak isteyenler, ya TPAO’ya, ya TRT’ye, ya da Shell’e girmek istiyorlardı.  Bu kurumları  diğerlerinden  ayıran şey iyi  para vermeleriydi. TPAO’yu diğerlerinden farklı kılan unsur ise sosyal yapısıydı.  TPAO’nun önünden geçer, TPAO’ya giren, çıkan insanları gözlemler, onları izlerdim.  Bu gözlemlerim sonunda TPAO kalitesinin  diğerlerinden çok farklı olduğunu anladım.  Babamın arkadaşınca teklif edilen 6 kurumdan, TPAO’yu  tereddütsüzce  seçtim.  Çok iyi bir seçim yaptığımı bugün bile söyleyebilirim. ”  M. Çakır
*Çok Sevilen  “ Biteviye Komutan “
Halil Dinler: Herkes onu “Komutan” veya ‘Biteviye Komutan’ olarak tanırdı.  Çünkü “biteviye”  kelimesini çok kullanırdı.  1320 de Bosna’da doğmuş, 1929 da Türkiyeye gelmişti.  İtfaiye amiri olarak görev yapmıştı.  Atatürk’ ten özel üstün hizmet  nişanı almıştı.  1952 den 1971 yılına kadar çalışmış, dürüstlüğü, mertliği ile kendini sevdirmişti.”  Fikri Nayır anlatıyor:
“ Çocukluğum Raman Kampında geçti. Halil amcayı herkes severdi. Biz çocuklar bayram günlerinde hemen onun kulübesine giderdik, bize bir tepsi içinde şeker, çukulata ikram eder,  bayram parası  verirdi.”
* İlk Yangına Ramak Kalmıştı
“Rafineriyi inşaa eden Parsons’daki Amerikalılar, nedense, biz Türklere pek güvenmez ve bunu da açıkça belli ederlerdi. Bir örnek olarak analatayım:  Raman-Batman petrol boru hattını  döşedik ve çalışmaya başladı.  Petrolün pompalanması lazım.  Ama bizde pompa yok.  Bizim çamur pompalarımız vardı. Şimdi kullanılmıyor.  Halliburton’un portatif pompaları . Amerikalılar “Çok basarsanız boru hattını patlatırsınız” dediler.  Biz de, “İstediğiniz kapasitede basarız .  Bizim pompamız çok daha büyük işler içindir ama sizin koyacağınız pompadan daha iyi, milimetrik basınç kontrolü hesabıyla basabiliriz “ dedik.  Sıra pompa basmaya geldi.   İlk gün herkes geldi ve heyecanlı.  Kış soğuğunda hat dondu ama ısıtarak devam ettik.  Boru çalışmaya başladı.  Küçük rafineride 1000 tonluk bir tankımız var oraya basıyoruz. 
Bir gün, ben Garzan Kamp şefiyim cipim var  altımda.  Küçük rafinerinin oraya geldim ki petrol fışkırıyor.  Rüzgarla da savruluyor. En ufak bir kıvılcımda her taraf yanacak. Doğruca rafineriye gittim.  Vanayı kapatacağız kapatamıyoruz. Amerikalılar o küçük boru hattının işletilmesinde bile bize güvenmemişler, gelen giden, vanayla oynamasın diye vanayı  kilitlemişler.  Halbuki o vana tanklara petrol getiren vana, Amerikalıyı hiç ilgilendirmez.  Taşar diye mi diye düşündüler nedir bilinmez.  Kilit vurmuşlar.  Petrol fışkırıyor, buharı da var, bir kıvılcım olsa yanacak.  Baltayla kırma imkanımızda yok.  Fışkırmasın diye üzerine çuval bastırdık.  Demir kesen makas bulduk, vanayı açtık, basınç düşmeye başladı.  Amerikalı, anahtarı getirdi.  “Niye kilitlediniz ?” diye çıkıştık.  “Boru sizin değil. ” dedik.  Böylece belki de ilk büyük yangın tehlikesini  atlatmış olduk.”   Selahattin Özkan
* “Kurban kesilirken  bakamam. . . . ”            
“ Garzan-17 deyiz.  Gayet güzel petrol verdi.  Kuyu delinirken, hiç yapmadığımız bir şey yaptık;  Cumhurbaşkanı Celal Bayar geleceği için, kuyuyu bir gün beklettik.  Cumhubaşkanı geldi.  Adet olduğu üzere  kurban kestiler. Kurban kesilirken oradan uzaklaştım, gittim, aşağıya Garzan çayına bakıyorum. Biraz sonra arkamdan birisi geldi,omzuma dokundu. Döndüm baktım: Celal Bayar. Şaşırdım. Ekibi de ben gezdiriyorum aslında ve beni tanıyor. “Ne yapıyorsun   burada?”dedi . “Aşağıya nehre bakıyorum . Kurban kesilirken  bakamam.” dedim. “ Ben de öyle. ” dedi.
Enteresan hikayedir . Çünkü; Adana’da partili bir vatandaş, Başbakan Menderes için oğlunu kurban etmeye kalkmıştı.  Gazeteler bu haberle çalkalanmıştı,  tam o sırada oldu bu olay.  Böyle bir dönemdeydik.  Celal Bayar, omzumu okşadı, “Ben de kurban kesmesini hiç sevmem” dedi.”      Selahattin Özkan
* “Önce Horon Çekelim”
“Midyatlı Muhittin Eren usta, müthiş iyimsermiş.  Kuyuda çok büyük bir arıza çıkıp umutsuzluk yayıldığında: “ Hadi çocuklar önce bir horon çekelim.” dermiş işcilere “ sonra arızayı hallederiz ” . Teoman Erel, Milliyet Gazetesi, Petrol Horonu
*Gravimetre Ekibi için Batman’dan Cizre’ye Tulum Destekli Sallarla Akaryakıt Nakli
“Eskiden ortaokul kitaplarında Dicle nehrinde sallarla nakliye yapıldığı yazılırdı. Bir seferinde, gravimetre ekibi için bu yöntemi son çare olarak kullandık. Olay şöyle başladı: O yıl, gravimetre ekibinin programında Cizre ve Silopi civarında gravimetrik etüt yapılması programlanmıştı. Gravimetre ekibinin motorlu araçlarının tamir ve bakımı  Dörtyol’a yakın MTA kampında yapıldıktan sonra, ekibin hududu takip ederek mevcut toprak yollardan Cizre’ye gitmesi planlanmıştı. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra yağmurlar başladı ve mevcut yollar bir çamur deryasına dönüştü. Kısa sürede benzin kıtlığı da başladı. Durumu inceledik ve benzin temini için Batman’la temas sağladık. Ekip zar zor Cizre’ye ulaştı fakat oradan da ikmal yapamadık. Birkaç günlük bir aradan sonra, yollanan benzin varilleri mahalli insanların kullandığı sallarla çıkageldi ve planlanan programa başladık. Bu şekilde yani sallarla akaryakıt taşıma işi, bildiğim kadarıyla şu ana kadar bir daha yapılmadı.” Ferhan Sanlav
*Bir Telefon ve  Soğuk Bir Kış “
“Kampla  telefon irtibatımız vardı. Manyetolu telefonlarla iletişim kurabiliyorduk. Şehirlerarası telefon etmek ise, oldukça zordu. Birgün eve telefon etmek için izin aldım. Beşiri’ye gittim, “yıldırım” istedim, 1 gün bekledim, yine de konuşamadım. Koşullar böyleydi...
...B.Raman-11 numaralı kuyuda çalışırken, kardan yollar kapandı, telefonla haber verdik, ‘bir şey yapamayız başınızın çaresine bakın.’ dediler. Elimizde yiyecek yok. Başımızda Hasan Güven vardı. Kamp 2-3 km.lik mesafede. Gece kulede kaldık, gündüz kampa dönelim dedik. Bir vardiyada 14-15 kişi oluyorduk. Birbirimizin elini tutarak kar fırtınasında kampa gelmeye çalıştık. Dizimize kadar olan karda yürüdük de yürüdük. Çok üşümüştük  ve çok yorulmuştuk. Kampa varınca, elimizi yüzümüzü karla ovdular, sonradan sıcak çay verip, sobaya birden değild, yavaş yavaş  yaklaştırdılar. Usül böyleymiş.”  Ahmet Ardıç, Baş Sondör
* “ Civardaki Köylülere Yardım Ederdik.”
“Sason’daydık,  sondaja eşkiyalar geldi. Kuleye Tuncay Tümay bakıyordu. Ufak tefek bir adam geldi. Beni bir kenara çekti, “Seni istiyorlar.”dedi. Adamı arabaya aldım, kuleden 500-600 m. sonra, ağaçlı bir yerde durduk. Silahlı 6 kişi bizi bekliyordu . Bana çok iyi davrandılar. Bir adamlarını işe almamız için ricada bulundular. “ Ben yetkili değilim ama söyleyebilirim.” dedim.
Eşkiyadan ayrıldıktan sonra Tuncay beye telefonla durumu bildirdim, adamı işe aldılar. O gece onlar gittikten sonra, benim barakamın etrafında çıtır, çıtır sesler dolaşıyordu. Bakıyorum bir şey göremiyorum. Sonra öğrendim ki: o gün bana gelenler, bana bir zarar gelmesin diye, sabaha kadar barakanın etrafında nöbet tutmuşlar.
Biz o yöre köylülerine çok yardım ederdik. Tütün ekerlerdi, depoya su doldurup, pompayı yarım saat fazla çalıştırırdık. Böylece depodan dökülen su onların ekili alanlarını sulardı. Hastaları olursa özel olarak araba çıkarır, hastahaneye kadar götürürdük.”         Ahmet Ardıç, Baş Sondör
*“ Sarıcak  ve G. Sarıcak Keşfi” ve “ Yabancı Şirketlerin Mumu Söndü”
“Shell şirketine ait, Kayaköy üretim kuşağının doğu ucundaki arama ruhsatının süresi, yasanın verdiği bütün uzatmalar da dahil  sona erince, 1971 yılında serbest kalmıştı. Shell dahil birçok şirket, bu ruhsat için başvurmuştu. O sıralar, Enerji Bakanı olan İhsan Topaloğlu bu  ruhsatın TPAO’ya verilmesinde etkili oldu.  TPAO, hızla burada sismik etüd başlattı. Sismik program kısa zamanda tamamlandı alınan sonuçların yorumuna başlandı.  Bu  yorum süreçinde,  bir gün, jeofizikçi Ayhan Tekin yüzünün rengi gitmiş, beyazlaşmış olarak bana geldi.  Heyecanlanınca böyle olurdu.   Bir sismik kesitte, kuzeye dalan, güneyi ters faylı bir yansıma katmanı  gördüğünü söylüyordu.
Bu alanın  yorumu tamamlanınca, Sarıcak–1 kuyusunu açmaya karar verdik ve böylece Sarıcak sahası keşfedildi. Kuyuda, petrol üreten Mardin Formasyonu’na girildikten sonra fay geçildi.  Devam edelim dedik.  Tekrar petrollü  Mardin’e girildi ve sonradan bunun, Güney Sarıcak sahası olduğu  anlaşıldı. Shell, bu ruhsatda 4 arama kuyusu açmış ancak hepsi boş çıkmıştı.  TPAO ise daha gelişmiş sismik metod kullanarak başarılı olmuştu. Sarıcak keşiflerinden sonra, daha büyük olan Yeniköy sahası bulunmuştu. „ Mithat Tolgay
*“Ege Denizi Kıta Sahanlığı Sorununda Türk Tezine TPAO Katkısı”
“Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konferansı, Mart 1976’ da Newyork’ta  başlayacaktı. Konferansta, kıta sahanlığı sınırları bizim için en önemli konu idi. Delegelere Türk tezini daha kolay açıklamak için, 6 ve 12 deniz mil karasularına göre Egenin alacağı durumu, buna göre Ege Denizinde kalacak açık deniz alanları  ile Türk - Yunan karasularının alanlarını karşılaştıran bir grafikle ve Ege’de kıta sahanlığının 200 m derinlikle sınırlı olması durumunu gösteren, A4 boyutundaki haritalar ve grafik, Arama Grubu Resimhanesi Şefi  teknik ressam  Mehmet Alver’in usta katkıları ile hazırlanarak, Dışişlerine iletildi.  Dışişleri, bunların çok yararlı olacağını belirterek herbirinden ikiyüz adet basılmasını istedi. Benim katılamadığım bir toplantıda, haritalar ve grafik gündeme gelmiş. Deniz kuvvetleri  temsilcisi, haritalarda  hatalar olduğunu belirterek kendilerinin bu haritaları yeniden yapacaklarını bildirmiş. Böylece Deniz Kuvvetleri, 6 ve 12 mil haritalarını yeniden bastırdı. Haritalarda, bizim grafikteki alan yüzdelerini,  değiştirmeden kullanmışlardı. Mehmet Alver, bu rakamları 1/1.000. 000 ölçekli haritadan, planimetre kullanarak hesaplamıştı.  Yapılan bu harita ve grafik, Yunanistan’ın karasularını 12 deniz miline çıkarması halinde, Ege Denizi’nin kapalı bir Yunan denizi haline  geleceğini, çok açık bir şekilde ortaya koymuştu ve bu durum ilk defa ortaya çıkıyordu. Bu ise, konunun ne kadar ciddi olduğunun farkına varılmasına neden oldu.  Zamanı gelince, Yunanistan’a  karasularını 12 deniz miline çıkarırsa, savaş durumu (casus belli)  olacağı uyarısı yapıldı. Benim de teknik eleman olarak katıldığım Türk heyeti, Kasım 1976 da Bern’de Yunan heyeti ile yaptığı görüşmeler sonunda, tarafların Ege Denizi karasuları dışında kıta sahanlığı sorunu çözülene kadar,  petrol arama etkinliği yapmamaları  konusunda anlaşmaya vardılar.  11 kasım 1976.  Bu moratorium anlaşması hala yürürlüktedir.  Türkiyenin, AB’ne katılma aşaması tamamlana kadar bu sorunun askıda kalacağını sanıyorum.”- Mithat Tolgay
* “Kule Mühendisi mi  yoksa Sondaj Mühendisi mi ?”
“Kule Mühendisliği” diye bir olgu vardı. Kule Mühendisi makinayı işletir, işçisiyle, lokantasıyla, oteliyle, malzemeyle herşeyle uğraşır. Bu arada, sondaj kuyusunu kazmaya çalışır. Bu iki olguyu, birbirinden ayırmak gerekirdi, bunun mücadelesini yaptım. 
Bu projemi, Ankara Bölge Müdürlüğü kurulduğundan beri gerçekleştirmeye çalışıyordum. O zaman Sondaj Grubu ile  Ankara Sondaj Bölge Müdürlüğü’nü   birleştirdiler. Makinaların işletilmesi ayrı bir olgudur, sondaj mühendisliği ayrı bir olgudur. Ben bunu, 1992 yılında Sondaj Grup başkanı olduğum zaman gerçekleştirmek üzere, Genel Müdür Okan Özdemir’le istifa noktasına gelene kadar tartıştım ve kabul ettirdim.  Sondaj Mühendisleri Ankara’ya tayin oldu.  Jeologlar gibi kuleye gidip sadece Sondaj Mühendisliği yapmakla görevlendirildiler.  Sondaj makinalarını işletmek hususu, Bölge Müdürlüklerine verildi.  İşletme Mühendisliği olayı yazılıdır.  Mühendislikler  ikiye  ayrılır.  İşletme Mühendisliği, Branş Mühendisliği.  İşletme Mühendisliğinin yapısı yazılıdır. Şöyle düşünün; bir kule mühendisi kuyuya gidiyor, herşeyle o uğraşıyor o arada da çok teknolojik, kritik olan bir sondaj kuyusunu kazmaya çalışıyor.  Bu mümkün değildir. .  Bir anımı anlatayım: Bu olguları ayırdıktan sonra Grupta ‘kule mühendisliği’ kelimesi kullanılmayacak dedim.  Kullanan para cezası ödeyecekti.  Bir kerede ben şaşırıp söyledim ve ceza verdim. ”Akif Güneri
*Petkim  “ Kolay ” Kurulmadı
“Yaptığımız temaslar, Yüksek Planlama Kurulu’nda hükümete anlatıldı. 10 Nisan 1964’te petrokimya sanayini TPAO’nun tek başına kurmasına karar verildi. Bu, 1961’den 1964’e değin süren üç senelik bir mücadeledir. Bu mücadele sonucunda Yarımca tesisleri kuruldu, sonra genişletildi. Bugün, yılda (1998) 23 trilyon kâr eden bir kuruluş durumuna geldi. PETKİM’i özelleştirmek, benim kanımca cinayettir. Petrokimya sanayinin, milli elde olması, gelirlerinin de milli petrol sanayinin (TPAO) geliştirilmesine kullanılması şarttır.”  İhsan Topaloğlu
*TPAO  Farklı Görür.
“Zaten, petrol bulmak marifettir. Bulunmuş petrol denen şey, ekonomik olanıdır. Ekonomik olanı, TPAO farklı görür, yabancı farklı görür. Biz, her çıkan petrolü işlemeye çalışırız, yabancı şirket kendisine çok kâr getirecek petrol sahalarını seçer. Nitekim, Batı Raman’da Mobil petrolü ağır diye bir sahayı terketti, biz devraldık. Biz, her damla petrolü değerlendirmek gerekir diye düşünürdük. Yabancı şirket ise, hangisi kârlı diye bakardı.” İ.Topaloğlu
* “Adıyaman’ı  Gazla Aydınlatırız”
“Adıyaman-39 kuyusunda sondaj yaparken, ben,  başmühendisliğe vekalet ediyordum; kule mühendisi  Refik Ümit Antep’e gitmişti. Kuyudan gaz gelişi bekliyoruz. Daha önce,   emniyet vanasını kuyu başına koymak için, istediğimiz vinç, henüz gelmemişti. Bu arada, kule blow-out yaptı dediler. Herkes seferber olduk. Kamyonlara barit yükleyip kuyu başına geldik. Çamur ağırlığını artırıp kuyuya bastık. Tüm işçiler çamura bulandı. Görünümleri çok enteresandı.  Bu arada kuyu kaçak yapmış, kaynak suyuna kimyevi madde karışmış. Tabiki sondajı durdurduk, numune alınıp, test edildi. O sırada kaçak kesildikten sonra, kuyudan gaz gelmeye başladı. Boru hattıyla o gazı 100-150 m. ileriye aldık, meşale gibi yanınca, Vali ve Belediye Başkanı çok memnun oldular. Adıyaman valisi, “ Bu gazı artık Adıyaman’ da yakıt olarak kullanırız.” dedi. O sıralar Adıyaman, jeneratörle aydınlatılıyordu. İmkansızlıklar vardı.”A.K.Gök
* “Beni en çok korkutan olay”       
Abdurrahman Yaşar anlatıyor: “ Beni en çok korkutan olay Güney Hazro-5 kuyusundan gaz gelişi olmuştur. Ben müdürdüm. Bir akşam üstü Veysi Alyamaç’tan bir  telsiz geldi. Veysi, o zaman baş mühendisti, kuyudan çıkış yaparken, kuyu bitimine 300 m. kala bakıyorlar ki kuyudan geliş var. Hemen emniyet vanasını kapatıyorlar, bu sefer alttan gaz kaçağı başlıyor. Veysi bey, hemen beni çağırdı. Bu arada, alttaki emniyet vanasını kapatalım dedik. İtfaiye hazır bekletiliyor. Şef ustayı yolladık, emniyet vanasının içinden çok güçlü gaz gelince, itfaiyeciler kaçmış, neyse ki biz gerekli hareketleri yaparak 2-3 günde olayı hallettik, ama çok korktuk. „
*TPAO Farkı
Doğu Tuna anlatıyor :“Yıl 1961 Temmuz,  yer İnkılap Sokak. Göreve başlamak üzere  Genel Müdürlükteyim.. Ben TPAO’dan burs aldığım için şirkete girerken torpile veya bir tanıdığa ihtiyacım olmamıştı. Ferhan Sanlav’ın odasına giderek “Merhaba, ben Doğu Tuna” dedim. “Hııı öyle mi?” dedi. Ferhan bey beni şöyle hafiften bir yokladı. Biraz konuştuktan sonra dışarı çıktım. Fakülte arkadaşlarımdan ikisi Mobil’de çalışıyor. Onları bir göreyim dedim.  İnkılap Sokak’tan hemen 50-60 metre ileride Tuna Caddesi’nin üstünde Tuna Han var. İşte onun 2. veya 3. katında  Mobil var.  Mobil’e gittim arkadaşlarımı gördüm. Çıkışta şunu anladım: TPAO farklıydı. İnkılap Sokak’taki bina, binanın içindeki düzen, çalışma şartları, ofis düzeni, insanların birbirleriyle münasebeti, şekil-şemail, kılık-kıyafet beni gerçekten etkilemişti. Güzel bir şirkette işbaşı yaptığımın farkına varmıştım.”
*Batman’a İlk Gidiş
Doğu Tuna anlatıyor : “Ankara’ya geldim. Bana 1 adet uçak bileti ve bir miktar para verdiler. Arkadaşlarla sağda solda oturup konuşuyoruz. ‘Batman nasıl bir yer, ne yapacağız, ne edeceğiz? diye. Neyse  uçak biletimizi aldık. Batman’a hareket ettik. Uçak meydana indi. Tarih 1 Ağustos 1961. Uçağın içinde çok güzel bir hava var, serin. Diyarbakır  havaalanına bir indim ki hava 38 derece. İlk şoku o an yaşadım. Diyarbakır’da bir misafirhane var dediler. Diyarbakır’daki misafirhaneyi bulduk. Oradan  Batman treninin kaçta kalktığını öğrendik. Akşamüstü tren varmış Batman’a. Hiç unutmuyorum, misafirhenede Mithat Tolgay bey geldi, beni yanına oturttu. Batman’la ilgili bütün her şeyi bana anlattı. O trene bindim ve Batman’a geldim. Her yer karanlık, ya şehrin elektriği kesik ya da aydınlatma o kadar ama  insanlarda bir koşuşturmaca var. Fakat uzaktan bir yer görüyorum, aydınlık. Hiç unutmam: trenden inince yeşil otobüse bineceksin demişlerdi.. Baktım bir yeşil otobüs. Bindim otobüse , 5 dakika gittik bir binanın önünde durduk, indik aşağıya. Misafirhane sanıyorum. Beni orada Fevzi Yumaklı karşıladı. Üst kata çıktık bavulumuzu koyduk. Kan ter içinde kaldım. Banyoya girdim, yıkandım. Dışarıdan da hafif hafif alkol kokusu geliyor. Bir hareket var. Tabak, çanak sesi geliyor. Ben kaloriferin yanına basarak yukarıdan aşağıya bakıyorum. Camlar orada kafes gibidir. Aşağıya bakıyorum kadınlı erkekli masalarda oturuluyor, kahkahalar atılıyor. Bayanların elinde sigara, şık türbanlı başlar  . Öylesine güzel bir ortamla karşılaşağım hiç aklıma gelmemişti. Batman benden ilk puanı, iyi olarak almıştı.
Sabah bir araba gelmiş ,“Doğu Tuna kim?” diye soruyorlar. “Benim.” dedim. Aldılar bizi aşağı götürdüler. Sait Şahinkaya  jeoloji şefi, Yalçın Hatunoğlu  ise şef muaviniydi. Hoş geldin merasiminden sonra,  ‘git içerde bir yer bul otur’ dediler. Gittim içeriye.  Ekibe bak şimdi , kimlerden oluşuyor: Azmi Baran, Esat Kıratlıoğlu, Mustafa Sezgin ‘Miçi’, Erbil Güleç ‘Ustam’, Okan Özdemir, Özkan Gümüş. Erbil’i mahalleden ve okuldan tanıyorum. Türker gelmemiş daha. Tuncer Yüzen de arazideymiş. Devre arkadaşlarımız  sayesinde yabancılık çekmiyoruz. Üstelik  bizden öncekiler de yardımcı oluyorlar bize. Hastanenin olduğu tarafta bir yer var, 2-2,5 katlı lojmanlar. En sonundaki bekar lojmanı olarak verilmiş. Orada bize iki kişilik bir oda verdiler. Yan tarafta ise Batman’da baş ressam olan  Şerif Aburga kalıyordu.“  
*“Bilgisayarla ilk tanışmam Arama Grubunda oldu.”
“Bu arada Arama’nın Sondaj ve İstihsal Müdürlüğü’ne bağlı olduğunu öğrendim.  Daha sonra Arama ayrıldı. Ferhan Sanlav beyden sonra grup başkanı, Raşit Ceylan daha sonra yanılmıyorsam Mithat  Tolgay bey oldu. 1968’de Batman’dan geldik, 72’ye kadar Ankara’daydık. 68’de Değerlendirme  Servisi’ne geldim. Servis şefi Metin Peksü. İlk defa bilgisayarla tanıştım. O zaman yukarıda bilgisayar sistemlerinde Hayrettin Arık var. Sabih Hatapkapulu da bana bilgisayar öğretiyor. . O zaman bilgisayarlarda  delikli kartlı sistem var. Bilgisayar için sürekli yukarı gidip, geliyorum.  Bir gün Metin Peksü bana  “Doğu,  bu haritaları bilgisayarda çizer misin?” dedi.
Hiç unutmuyorum Adıyaman yöresinin haritalarını bilgisayarda çizdik. Bir tane çizdik, geldik aşağıya “Vallahi Metin biz böyle çizdik, böyle bir şey çıktı ve benim elle çizdiğime de üç aşağı beş yukarı benziyor.” dedim. Metin “Ben sana bir şey soracağım, bunlara orada bir müdahale edebilir misin?” dedi. “Edebileceğimi zannediyorum.” dedim. Hakikaten müdahale ettiğimiz durumlar oldu. Bu işi kaptık. Biz bütün Güneydoğunun 100 binlik, 250 binlik haritalarını  bilgisayardan çıkarıyoruz ve Metin çok hoşlanıyor bundan. Aşağıda da Genel Müdür Muavini Hulusi Berilgen var. Ona bir brifing veriliyor, haritalar anlatılıyor. Bana da “Sen anlatacaksın.” dediler. “Allah aşkına bana anlattırmayın.” dedim. O günkü heyecanımı, korkumu, titrememi ömür boyu unutamam.“
*Batman Jeoloji Müdürlüğü Kaldırılıyor.
Mithat Tolgay  bey Arama Grubu Başkanı olduğu zaman, benim  tayinim çıktı, ve Batman’a gittim. Bir müddet sonra  Ankara’ya tayinler başladı. Önce benimle Dursun’un (Açıkbaş) tayini çıktı, ikimiz Ankara’ya geldik. Ondan sonra Batman Jeoloji Müdürlüğü kaldırıldı. Oradaki  bütün personel Ankara’ya geldi.” Doğu Tuna
*Batman Jeoloji Müdürlüğü Tekrar Kuruluyor.
“Aradan tam 3 sene geçti. Ondan sonra Bölge Baş Jeologluğu kuruldu. Turgut Bey beni çağırdı. O zaman müdürdü zannediyorum. “Doğu seni yollayacağız.” dedi. Neticede Tuncer Akalın, Mehmet Zaim, Zeki Dinç, Yılmaz Kayatürk ve Dursun Açıkbaş beraber gittik. Bölgeye  baş jeolog olarak gittim. Ünitelere bakıyorum; Sondaj Müdürlüğü, Üretim Müdürlüğü, Kuyu Tamamlama Müdürlüğü, hep müdürlük. Ankara’ya geliyorum  yöneticilere “Efendim bu durum ters.” diyorum. Ankara’nın şefi Batman’ın baş jeoloğunun üstünde. Buraya baş jeologluk  kadrosu veriyorlar ama idareten. Biz Baş Jeologluk olarak Ankara’da şefe bağlıyız. Güneydoğu Anadolu’ya bakan şefimiz de Okan Özdemir. Böyle bir aksaklık. Ankara’ya diyorum ki: ‘Bana bu durumu yakıştıramıyorsanız alın beni buradan,  ya da bırakın baş jeolog olarak kalayım. Ama burayı müdürlük yapın. Her türlü alternatif var. Birini tayin edersiniz, ben vekaleten bakarım. Ama burayı müdürlük yapın. Olmuyor, çok şeyde problem çıkıyor. Akşamleyin  misafirhaneye  gittiğin zaman bile problem çıkıyor.’ Aynı şeyi Bölge Müdürümüz Süreyya Bey’e de anlatıyorum. Ama bir sonuç alamıyorum. Ben Ankara’ya geldim. Raşit Bey, genel müdür. Raşit Bey’e Batman’a geldiğinde bu sorunu misafirhanede ayaküstü anlatmıştım.  Raşit beyin özel kalem müdürü Orhan Gökmenler’e “ Raşit bey’le konuşacağım.” dedim. O da “ Çok meşgulüm, bugün yönetim kurulu var.” dedi. “Zaten onun için konuşacağım.” dedim. O esnada Raşit Bey kapıyı açtı ve “ Doğu hoş geldin.” dedi. “Efendim ben sizinle konuşacağım.” dedim. “Ne konuda?” dedi. “Batman’ın problemleriyle ilgili.” dedim. “Peki sonra konuşuruz.” dedi. “Efendim lütfen yönetim kurulu toplanmadan konuşmak istiyorum sizinle.” dedim. “ Çok sıkboğaz etme Doğu, tamam  sonra konuşuruz.” dedi. Canım sıkıldı, boynumu büktüm.  Bu arada Raşit bey  Genel Sekreter Faik Tüzün’ü çağırmış. Faik Tüzün’le konuştu  Faik bey geri gitti. Ben özel kalemde yapıştım kaldım. Olayın peşini bırakmıyorum. Biraz sonra  Faik Bey  yazılarla tekrar geldi, içeri girdi.   Dışarıya çıkınca “Nedir o?” dedim Orhan’a. “ Sizin işiniz tamam.” dedi. “Yahu okusana.” dedim. “Bu kadar sıkboğaz etme Doğu.” dedi.Tekrar “Yahu  okusana.” dedim. “Tamam, sizin iş teklif ediliyor.” dedi. “Müdürlük mü teklif ediliyor?” dedim. “Evet.” dedi. Ben sevindim. Çıktım yukarda dolaşıyorum, Azmi Abi’nin yanına gittim. Turgut Bey Arama Grup Başkanı ve İstanbul’da. Azmi Abi de bana fırça çekiyor.  “Bu problemin çözülmesi lazım, git aşagıda  konuş.” diyor. Diyor ama ben aşağıya inemem ki. Artık aşagıda görünmek istemiyorum. Bakarsın ters teper.  Neticeyi bekliyorum. Özel Kalem’e  telefon ettim “Orhan Abi iş bitti mi?” diye. “Bitti.” dediler, indim aşağıya. “Ne oldu?” dedim. “Hadi gözün aydın!” dedi. “Jeoloji Müdürlüğü çıktı mı?” dedim. “Çıktı.” dedi. Oh be dedim dışarıya adımımı attım fakat bu sefer ”Kim oldu?” diye sordum. “Tamam işte; sen oldun.” dedi.” - Doğu Tuna
*Log Ünitesi Kuruluyor
“ Yıl 1973. O yıllarda log sadece  Schlumberger kamyonu ile alınıyordu ve Schlumberger Türkiye’de tek başına.. Shlumberger Türkiye’de  tek tabanca. 10 liralık işi 110 liraya yapıyor. İkincisi Shlumberger’in  Türkiye’de faaliyetler azaldığı için, Türkiye’yi terketme durumunda olduğu söyleniyor. Öyle laflar geliyor ki: Shlumberger Türkiye ofisini Şam’a taşıyacak  gibi. Oradan servis yapacak bize. Aslında bunun temelinde perfore yapma isteği yatıyor. Perfore işi de az uz iş değil. Shlumberger’e dünyanın parasını veriyorsun perfore için. Yıllık anlaşma yapıyorsun. Yapsan da yapmasan da  belli bir parayı ödemek zorundasın. Kamyonları eski teknoloji, yenilemiyorlar, ‘onlara mecburuz’ havası var. Benim bütün derdim ise bu sorunlardan kurtulmak için kendi log ünitemizi kurabilmek. Sclumberger’in Batman’da bir binası  var. O binayı boşalttılar. Biz oraya geçtik. Shlumberger de Diyarbakır’a gitti. Cemal Seyhun Bükmen, Erdener Doğuer, Tamer Türkkan ve bir fizikçi kendi imkanlarımız ile kendi ’tool’larımızı yaptık ve ilk olarak Sezgin-4 kuyusunda log aldık .  Böylece log ünitesi kurulmuş oldu. Bir müddet sonra Yalçın Pekiner  ve Mustafa Şeker de ekibe katıldı.“   Doğu Tuna
*İlk Görevde Emre İtaatsızlık-“Olacak şey değil ”
Batman’da görevlendirilmek üzere 3 tane log mühendisi almışlar. Aslan gibi 3 oğlan. Girmeli kuyusunda Azat Akgül var. Bu kuyu problemli bir kuyu idi ve bizi çok üzmüştü. Okan Bey’le  konuştuk, “Bu kuyu elden çıkmadan ne kadar bilgi varsa toplayalım.” dedik. Kuyuda bütün operasyonlar yapılacak. Yani bu her  zaman  olmayacak şey. Kuyuda test, karot, log var. Yeni gelen mühendisler için bulunmaz bir fırsat. Bütün operasyonları görecekler. Batman’a telefon ettim. ‘O üç arkadaş gelsin’ diye. Batman’dan telefon geldi ‘Gelmiyorlar’ diye. ‘Deri ceketleri yokmuş.’  ‘Tamam ben konuşacağım, siz ceketleri alır gelirsiniz.” dedim.  ‘Hafta tatiliymiş onun için gelmeyecekler.’ diye cevap geldi. ‘Peki.’ dedim kapattım. Ama elim ayağım titriyor. Operasyonlar yapıldı. Batman’a geldik. ‘Pılınızı pırtınızı toplayın’” dedim. ‘Gideceksiniz, burada duramazsınız.’ dedim. ‘Böyle olur mu?’ dediler. ‘Buyrun siz gitmiyorsnız  ben gidiyorum.’ dedim.Olay büyüdü ve sonra Bölge Müdür Muavini Turgay Baylav geldi. Turgay’a “Alın konuşun.” dedim. Ben hiç sesimi çıkarmıyorum. Turgay’a da  diklendiler ve odadan çıkıp gittiler. 
 Sabah oldu şoföre ‘Bunları götür, uçağın kapısına kadar. Ne istiyorlarsa da yap.’ dedim. Akşam şoför geldi. ‘Götürdüm. Ama arabadaki konuşmaları da hoş değildi.’ dedi. Hala üzülürüm. Ama mantığımı kullandığım zaman yaptığım işin doğru bir iş olduğunu anlıyorum.” Doğu Tuna
*“Kendimizi kabul ettirene kadar oldukça zorlandık.”
“Bizler ilk geldiğimizde, başsondörler öyle bir düzendeydilerki; hegemonyalarını kurmuşlar, kral gibi olmuşlardı. Kulede bütün ağırlıklarını  ortaya koyuyorlardı. Maaşları ve mesaileri ile mühendisten daha yüksek maaş alıyorlardı. Kulede araba sadece baş sondörlerde vardı. Ve amirlerimiz de bizim gibi yeni mühendislere güveneceklerine, onlara güvenmeyi tercih ediyorlardı. Çünkü yıllardır beraber çalışmış, birlikte sondaj yapmışlar, birlikte bir çok sorunu çözmüşlerdi. Yeni mühendisler bu işi götüremez endişesi vardı. Baş sondörler de bu düzenin bozulmasını istemiyorlardı. Dünkü çocuk, bir mühendis gelmiş ve onlara  amirlik taslayacak diye düşünüyorlardı. Sonra baktılar ki, nasıl sanat okulu mezunuyla, ilk okul mezunu sondör arasında fark varsa -sanat okulu mezunları daha iyi yazıyor çiziyor, hesap yapıyor- bu farkları da anladılar. Zamanla bizlerden onlara bir zarar gelmeyeceğini anlayarak, bizleri kabullendiler.” - Esat Can
*“ Bir gecede karımın saçlarının yarısı döküldü..”.
 1960 yazında Koçero beni gelip evimden aldı, öldürmeye götürdü. 2,5 saat sonra döndüğümde karımın saçları dökülmüştü. Bu olayı anlatayım. Garzan kampında bir lokasyona kamyonla kereste getirdiler.  Kalıp yapıyorlardı, kerestelerle. Ertesi gün keresteleri çalmışlar, kalıp yapamıyoruz dediler. Kimin çaldığını düşünürken, birisi dedi ki: ‘Koçero gelip götürmüştür onları’ . Ben de dedim ki: ‘Saçma konuşmayın, Koçero bir gecede bir kamyon keresteyi nasıl kaldırır? Hem, neyle götürür? Mantıklı konuşun.’ dedim. Aradan 15 gün geçti. Benim evim Garzan’da. Gece saat 24.00. Kapım çalındı. Ben, kuleden çağırıyorlar herhalde dedim. Çıktım , dediler ki: ‘Koçero , lokasyon’un altında seni bekliyor.” Şaşırdım. ‘Ben onun lisanını bile bilmem. Benimle ne işi olabilir’ dedim. Gelmem diye adamı geri yolladım. 15 dakika sonra tekrar geldi Koçero: ‘ Evini makinalıyla tararsam, çocukları zarar görebilir, günah benden gitti.’ demiş. 2 tane küçük çocuğum var. Hanım ‘gitmeyeceksin’ diye yakama yapışıyor. Ben, hanımı ikna ettim. ‘Kimseye bir şey söyleme. Sağ salim gidip döneceğim’.  dedim.
Beni arabamla beraber istiyor. Dodge  arabam vardı. Direksiyondayım.  Yanıma birisi oturdu, onun yanına Koçero, onun yanına da birisi daha oturdu. Şoför mahallinde 4 kişi olduk. ‘Kuşana köyüne çek arabayı.’ dedi. Benim istihbaratıma göre jandarmaların Kuşana köyüne o gece pusu kuracağını biliyordum. Ben: ‘Arabayı burada size teslim ediyorum.” dedim. “Beni öldüreceksen burada öldür. Ben, Kuşana köyünde Hüseyin Ural ile Koçero’yu jandarmalar vurmuş dedirtmem. Şu anda , o köyde jandarma pusuda bekliyor.’ dedim. Yanındaki adamlar, ‘öyle bir şey yok’ diye itiraz ettiler. Bu arada arabayı sürüyorum. Kuşana köyüne 500 metre kala durduk. Benim yanımdaki silahını bana doğrultmuş olan adamlarını indirdi. Onlar indikten sonra bana döndü, ‘Emin misin, jandarmanın pususundan?’ dedi Ben emin olduğumu söyleyince Mağrib’e yöneldik . Karşıdan köylüler geliyor. Ellerinde üzüm götürüyorlar pazara. Ben de beni o saatte Koçero ile görsünler istiyorum, kanıt olsun diye. ‘Üzüm alalım’ dedim. ‘Peki’ dedi , köylüyü çağırdı . Köylü Koçeroyu görünce neredeyse yere yıkılacaktı. Adam , üzümün parasını bile almadı . Biz yola devam ettik . Demir yolunu geçtikten sonra, ‘Sana bir şey soracağım. Benim için ‘keresteleri çaldı’ demişsin’ dedi . Ben de , tam tersini söyledim; ‘Koçero , keresteyi ne yapsın?’ dediğimi söyledim . Böylece, yol boyu bir sürü soru sordu bana. Benim aklım ise hep evde . Bana başka bir eşkiyanın daha adını sordu. ‘Kurtalan’da çalışırken benim yanımda işçiydi , sonra ayrıldı gitti.. Hiçbir ilgim yok onunla.’ dedim . Bu arada, bir yere geldik , ‘Dur burada’” dedi . ‘Tamam’ dedim , ‘şimdi beni öldürecek’. Oysa bana döndü ‘Senden rica ediyorum , benim hakkımda kötü bir şey söyleme.’ dedi. ‘Ben kimse hakkında kötü bir şey söylemem. Ben sizleri tanımıyorum ki, hakkınızda konuşayım.’dedim . ‘Tamam , dön şimdi. Kim ne sorarsa olduğu gibi anlat.’ dedi . Ben yavaş yavaş , hiç gaza basmadan, kaçıyor sanıp vurmasın diye,  manevra yapıp döndüm ve eve geldim. Karımın saçları yarı yarıya dökülmüş, yatağın üstünde duruyordu .
 Biz kimseye bir şey söylemedik, ertesi gün, beni Kurtalan’a getirmek için bir başçavuş kapıma geldi. Ben ne olduğunu bilmiyorum. Kamp şefiyle görüştüler,  , sonra aldım onları arabama gittik. Mahkemeye çıkarttılar beni . Hayatımda ilk defa hakim karşısına çıktım . ‘Siz Koçero’ya yataklık yapıyormuşsunuz , onu istediği yere götürüyormuşsunuz.’ dedi.  Olayı anlattım: ‘Kuşana köyüne götür.’ dedi. ‘Ama ben oraya götürmedim.’ dedim .     
Mahkemeden çıktım Garzan kampına, eve  geliyorum. Bir vadi var , oradan geçerken Koçero elinde silahıyla bana ‘dur’ dedi. ‘Sen benim canımı kurtardın. Kuşana’da gerçekten pusu varmış. Bundan sonra ben senin adamınım. Kimse senin kılına dokunamayacak.’ dedi. O güne kadar hep tehditler alıyordum çalışırken. O günden sonra tehditler kesildi. Pusuyu kuran adam da 3 ay sonra trafik kazasında öldü .” Hasan Hüseyin Ural
* Koçero
“Koçero; köylünün hem sevdiği hem de korktuğu  mert bir eşkiya. Soygunlardan ve  eşkiyalıktan kaldırdığı paranın bir kısmını köylüye veriyor. Böylece, hem köylünün gönlünü  kazanıyor, hem de saklanması  için köylü ona yardım ediyor. O zamanlar bütün Türkiye’ye nam salmış. Şu şekilde eşkiya olmuş ; Askerdeyken bir paşanın şoförüymüş. Terhisine bir hafta kala izin alıp eve dönmüş. Eşi, şalvarını çıkarıp başına geçiriyor ve  ‘bunu başımdan ne zaman çıkarırsan o zaman eve girebilirsin.’ diyor. Meğerse, komşusu kadına küfür etmiş. Yörede küfür çok ağırdır  ve  ora insanının en ağır yemini  ‘şalvarın başına olsun bu işi halletmezsen’ sözüdür. O adam karakolun yanında otururmuş. Koçero gidip adamı karakolun önünde vuruyor.  Silvan’dan çıkıp Malabadi  Köprüsüne doğru kaçarken, arkasından jandarma kovalıyor korkusuyla, yattığı pusudan, üzerine doğru gelen karartıya ateş ediyor. Meğer gelen jandarma değilmiş. Başka bir masum insanı öldürerek, ikinci cinayetini işliyor, ve dağa çıkıyor.  Kötü kaderi sayesinde, istemeden eşkiya oluyor.” Hasan Hüseyin Ural
“1964 veya 65 yılını Temmuz ayının sonlarına doğru Kurtalan’da bir sismik ekibimiz var. Ekibin bekçisi o yöreden olan Hasan Kezer. Bir akşam karanlığında  birkaç kişiden oluşan bir grup kampın kapısına gelir ve bekçi Hasan Kezer’i bir nevi sorguya çeker. Kimsin, hangi köydensin, akrabaların kim gibi  sorular sorar. Gelenler dönemin meşhur eşkiyası Koçero ve adamlarıdır. Koçero: ‘Kampa maaşlar gelmiş. Git tercümanla, muhasebeciyi kaldır. Bize zorluk çıkarmadan paraları versinler.’ der. Hasan: ‘Bugün ayın 28’i. Maaşlar haftaya gelir’ diye cevap verir. Hasan’a inanmazlar, en sonunda  Hasan’a  yörenin en kuvvetli yemini olan ‘üç taş’ yemini ettirdikten sonra paranın gelmediğine  inanırlar. Koçero giderken çakmak yakarak aralarından birinin yüzünü aydınlatır ve  şöyle söyler: ‘ Bu benim yeğenim. O sana gelecek, paraların gelip gelmediğini ona   söyliyeceksin’” der. Hasan Kezer,  hemen  yemek yenilen treylere gelir. Treylerde Ekip Şefi Nejat Pekcan, Kamp Amiri Ali Pak, topoğraflar Latif Baykara ve Musa Çeliktürk vardır. Hasan Kezer, endişeyle olayı baştan sona anlatır.  Nejat bey ve Ali Pak  Siirt Jandarma Alay Komutanlığına gider ve durumu anlatırlar. Jandarma:‘ Bizim istihbaratımıza göre Koçero şu anda Türkiye’de değil, Irak’ta. Size gelenler onun adını  kullanan yeni türeyen eşkiyalar olabilir, endişe etmeyin.’ der. Bu sefer  Nejat Pekcan ve Ali Pak  Batman Bölge Müdürlüğü’ne giderek yöneticilere olup-biteni anlatırlar ve yardım isterler. Bölge’den de  endişe etmemeleri konusunda nasihat alırlar. Ancak, Ali Pak, bu sefer Baykan’da bulunan Jandarma Karakolu’na gider ve oradan yardım ister.
Musa Çeliktürk devam ederek anlatıyor: “ Bizim kamp Kov köyü yakınında Çelikli-2 kuyusuna yakın 111 rakımlı bir tepede. Karakol komutanı: “Kov köyünde bulunan jandarmaları, Şeyh İbrahim tepesinde, sizin kampın etrafında  devriye gezdiririz.” diyor. Ali Pak ‘Bunların niyetleri ciddi, tekrar gelecekler.’ diye ısrar edince, komutan: “Peki, o zaman jandarmalar sivil kıyafetle kampa gelsinler, kampta onlara bir yer gösterin, kalsınlar,  bir olay olursa  müdahale etsinler.” diyor. Gündüz sivil kıyafetle 4 er ve 1 uzman çavuş  geldiler ve  gösterilen bir  çadıra yerleştirildiler.
Gece olunca, yemekten sonra  eşkiya gelebilir  diye tedirgin olarak bekliyoruz. Ben, Latif Baykara ile beraber aynı çadırda kalıyorum. Gazinodan dağılıp, herkes çadırlarına çekildi. Kamp amiri Ali Pak ile bir süre daha oturduk ve daha sonra  çadırımıza çekildik. Yatmak üzereyken, Latif Baykara ‘ Nasıl uyuyabileceksin? Eşkiya geliyor.’ dedi. Ben de : “Ne yapalım, gelirse yatakların altına girer, gizleniriz.” dedim. Saat 24.00 sıralarında bir takım gürültüler oldu, kendimizi somyaların altına attık. Somyanın altından, çadırın eteklerini kaldırarak, dışarıda olanları izlemeye çalışıyoruz. Ama karanlıktan hiçbir şey görünmüyor. Ancak sesleri duyabiliyoruz. O arada  2 ayrı yerden silah sesi geldi. Arkasından  bir kaç bağırışma. Çadırdan çıktık. Ali Pak elinde bir tüfekle yürüyordu. Eşkiyalar kaçmıştı. Projektörler yakıldı ve  Jandarma  kampın etrafında devriye gezmeye başladı.  Kamp amiri Ali Pak Siirt’e giderek jandarmaya olayı anlattı. Ertesi gün kampın hemen yakınında bir çalılık önünde bir ceset bulundu. Bu kişinin silahla vurulmuş olduğu anlaşıldı. Sırtından vurulmuştu, akşam arkadaşları başının altına çalı çırpı koymuş, tekrar gelip alırız düşüncesiyle  gitmişlerdi. Cesedi Koçero’nun  bizim bir pompa istasyonunda çalışan kardeşi teşhis etti. Halkın gözünde efsaneleşen birinin sonu böyle oldu.”
Koçero’nun vurulması şöyle oluyor: Koçero kampa geliyor. Bağırmalar üzerine Ali Pak tam çadırından çıkarken, Koçero ile yüzyüze geliyor. Koçero: ‘Bu kampta jandarma var mı ?’ diye soruyor. Ali Pak susuyor, zaman kazanmak istiyor. Koçero ısrarla ‘Bu kampta jandarma var mı?’ diye soruyor. Ali Pak önce yok, daha sonra var der demez Ali Pak ile Koçero arasında itişme başlıyor. Koçero adamlarına ‘ateş edin’ diyor. Bu arada bir silah patlıyor. Koçero ‘ Beni vurdunuz.’ diyor. Adamları  ateş ettiğinde Ali Pak ile bir itişme  ve ani bir dönüş içinde olan Koçero sırtından kurşunu yiyor. Adamları Koçero’yu sırtlayarak kamptan uzaklaşıyorlar.
Yalçın Umurtak anlatıyor; “ Aramacılar, sismik kamp amirimiz Ali Pak’ın Koçero’yu gece baskınında karşılayıp, önüne çıkmasını unutmamışlardır. Koçero, uzun namlulu silahını Ali Pak’a çevirince, Ali Pak, silahı tutmuş, yönünü değiştirmiş ve o sırada pusuda olan Koçero’nun adamı ateş etmiş, yanlışlıkla Koçero vurulmuş,  kaçmışlar.”
Bu kitabın hazırlık aşamasında yapılan video kayıtlı söyleşilerde ‘ Hiç unutamadığınız bir olay var mı?’ diye sorduğumuz zaman 4 ayrı kişi bu olayı anlatmıştır. Bu da bu olayın  ‘bizim tarihimiz’de önemsiz de olsa hafızalarda ve anılarda hala kaldığını  ortaya koymaktadır. yn 
*TPAO’nun Misyonu  ve Yaptıkları Çok Önemlidir.
*TPAO, Petrol Sektörünü Sağlam Bir Zemine Oturtmuştur.
Yalçın Umurtak anlatıyor: “TPAO’nun, Türkiye’ye yaptığı bir hizmet ve misyonu vardır. Bu:Türkiye’de daha evvel hiç olmamış olan petrol endüstrisini, sağlam bir  zemine oturtmak, Avrupa’daki benzer şirketlere yarışacak hale getirmek, benim ölçülerime göre de,  Amerika’daki şirketlerin seviyesine gelebilmektir. TPAO, benden evvelki neslin başlattığı bir gayretle ve benim neslin ve benden sonraki genç neslin de çalışmalarıyla bu seviyeye gelmiş ve standart seviyeyi çoktan geçmiştir. Ülkemizdeki petrol sektörü, Raman Dağı’nın keşfiyle yavaş yavaş canlanmaya başlamıştır. Türkiye’de petrol yoktu, petrol sanayi yoktu. Bizden önceki ağabeylerimiz, boş durmamışlar, bu sektörün gerekli bütün alt yapısını sağlam bir şekilde kurmuşlardır.  Şirketimizin onlara tanıdığı imkanları, yetki ve insiyatifleri çok iyi değerlendirmişler ve bugün ülkemizde mevcut petrol sanayii tesislerini kurmuşlardır.
 Biz okuldan petrolcü olarak yetişmedik, okulda bazı şeyleri teorik olarak öğrendik, TPAO’ya geldik. Ağabeylerimiz, bizim elimizden tuttu. Biz de, bizden sonraki neslin ellerinden tuttuk. Bir de baktık ki Avrupa’dan gelen şirketlerden çok daha iyi iş yapıyoruz.
Bunu bazı arkadaşlar belki bilmiyorlar. Ben dokuz sene yurt dışında çalıştım. Bu dokuz senelik çalışma potansiyelini bana veren, TPAO’ydu ve TPAO’dan aldığım tecrübelerdi. TPAO, yurt dışındaki şirketlerin bir çoğundan daha kuvvetli bir şirkettir. Onun için ben TPAO’lu olmaktan daima gurur duyarım.
Bazı bakanlarımız TPAO’nun taleplerini öncelikle karşılamıştır. Devletin yardımını esirgememişlerdir. TPAO yurt dışına yatırım yapmaya karar verdiği zaman bunu devletimiz çok olumlu karşılamıştır. O zaman döviz bulundurma imkanı olmayan resmi müesseselerin içinden yalnız TPAO’ya 10 milyon dolar yurt dışında bulundurup yatırım yapma yetkisini Bakanlar Kurulu özel bir kanunla vermiştir. Bu çok büyük bir olaydır.
*Yumurtalık’ta Bir Temel Atma Töreni ve Sonrası
“Ertesi gün Yumurtalık’ta  Irak-Türkiye Boru Hattı’nın temel atma töreni var. O gün akşamı, Amerikan sefaretindeki bir koktelyde Turhan Feyzioğlu yanıma geldi, dedi ki:  “ Bugün çok önemli bir şey oldu; Amerikalılarla gerginliğimiz var. Amerikan üslerindeki havaalanları kapatıldı. Yarın temel atma töreni olacak mı olmayacak mı ? Süleyman beyle konuşmak lazım.”dedi.  Başbakan Süleyman Demirel’i aradım. “ Tören yapılacak, yarın Yumurtalık’a gidiyoruz.” dedi. Yumurtalık’ta Süleyman bey  şahane bir konuşma yaptı. Konuşmanın ana teması ‘bizim tavrımız ciddidir, biz güvenilir bir devletiz, kimseyle alıp-veremediğiz bir şey yok.’  gibi Amerika’ya sitem eden bir konuşma yaptı. Irak Petrol Bakanı da oradaydı, Petrol Bakanı Ankara’ya dönmek istedi; astımı varmış, sıcağa dayanamamış. Süleyman Bey: ‘Dönmesin, Türkiye’nin ne kadar zengin olduğunu ona göstermemiz lazım. Buradan sonra Aslantaş Barajı’nın temelini atacağız, Osmaniye’den de geçeceğiz, oraları görsün, Türkiye’yi tanısın.’  dedi. Iraklı Petrol Bakanına  klimalı bir araba bulduk, Aslantaş Barajının temelini  attık. Bize tahsis edilen helikopterle Adana’ya, oradan da Ankara’ya geldik. Misafir bakan Bağdat’a gitti.
Bir müddet sonra Selahattin Kılıç bakan, ben TPAO Genel Müdürüyüm. Bakan: ‘Bağdat’a gidelim, petrol alımlarını halledelim.’ dedi. Müsteşar Necdet Seçkinöz, ben, DSİ Genel Müdürü, üçümüz Bağdat’a gittik. Petrol Bakanıyla  görüşeceğiz. Selahattin Bey içeri girdi,  1,5 saat başbaşa konuştular. Çıkınca Selahattin bey ; ‘Bakan,  bana Türkiye’nin ne kadar zengin olduğunu anlattı durdu, şaşırdım.’ dedi.- Rıfat Bayazıt
*Petrol Ticaret Nasıl Hizmete Girdi.
"Sismik ekipler kurulduktan sonra, bunun yanı sıra yan hizmetleri de yapmak lazımdı. İşçi alma, işçi çıkarma, her gittiğin yerden  yeni işçi alma, alış veriş yapma gibi. Bu iş, Türkiye Petrolleri’nin üzerinde olduğu zaman ortaya bürokratik engeller çıkıyordu. Mesela bir elemanı araziye yollayacaksın. Benim imzam lazım, Grup Başkanının imzası lazım daha sonra Genel Müdürün  imzası lazım. Veya aniden elemana ihtiyaç var, alamıyorsun, veya Genel Müdür toplantıda veya seyahatte olduğundan  imzası olmadığı için seyahate gidemiyorsun. İşci alımıyla beraber  alış-veriş imkanları vs. yi de  müteahhide vermeye kalktığında, müteahhit doğal olarak kazancını da koyacak üstüne, böylece maliyet 3 misline çıkacak. Petrol Ticaret’e bakan Namık Özyurt ve Belgin Özer ile konuştuk: ‘ sismik ekipler için işçi alışverişi yapabilir miyiz, bunları istediğimiz zaman istediğimiz yere yollayabilir miyiz?’ diye. Sismik ekipler için gerekli olan malzeme alımı da uzun sürüyordu. Bunların hepsinin daha pratik çözülebilmesi için Petrol Ticaret  devreye girdi. Örneğin elektronikçi lazım oldu, Petrol Ticaret kanalıyla aldık, jeofizikçi de aldık. Zaman içinde bu yaygınlaşmaya, başladı. Diğer Gruplar da, ihtiyaç duyduğu personeli Petrol Ticaret kanalıyla almaya karar verdiler.  Zaman içinde,  Petrol Ticaret bizim kontrolümüzden çıktı. Daha sonra ayrı bir şirket kuruldu, sonrasını bilmiyorum. Petrol Ticaret’te  çalışan bir adam, direkt olarak Türkiye Petrollerinin bir elemanı oluyordu. Türkiye Petrollerinin verdiği tüm haklardan istifade etmek istiyordu ve  şirketi mahkemeye veriyordu.”  - Nejat Pekcan
*”Amerika’dan Niçin Erken Döndüm ?”
“1970 yılında BM bursu ile, yönlü sondajla ilgili şirket beni Amerika ya gönderdi.  Günde 11dolar  burs alıyorum. Birkaç gün önce de Servet Sertçeoğlu  Amerika’ya gitmişti. Ben Houston’a, Servet bey California’ya.  O günde 3 dolara her şey dahil bir pansiyon bulmuş, ben ise günde 11 dolar alıp 14  dolar masraf yapıyorum. Yanımdaki 200 dolarda da hemen bitti. Kursun birinci ayı sonunda‘geçinemiyorum ben dönüyorum’ dedim. Genel Müdür, beni bir sınava tabi tuttu. Teorik olarak başarılıdır diye belge verdiler.Ben 1. ayın sonunda Türkiye’ye döndüm. Gelince bana kızdılar ‘niye döndün’ diye. Bir süre sonra Hulusi Berilgen Batman’a geldi, beni masasına çağırdı. ‘Niye Amerika’ dan  erken döndün , sana kızgınım.’ dedi. ‘Efendim, aç kaldım.’ deyince ‘ Niye  bize bildirmedin?’ dedi. ‘ Siz bize böyle bir şey öğretmediniz ki.’ dedim. ‘Başımın çaresine bakamadım.’ deyince Hulusi bey çok üzüldü.    Sonradan beni ne zaman görse, ‘ Seni nasıl aç bıraktık.’ diye üzülürdü.” - Yalçın Altan
*“   İlk’ler  şartların getirdiği sonuçlardır ve bu o sıradaki yönetime bağlıdır.“
“Süreçler, bu ilklere gebeydi zaten. İlk yönlü sondaj , ilk deniz sondajı bizim mühendislik zamanımızda yapıldı. İlk muntazam yemek çıkarılması sistemi, ilk barakaların kurulması, ilk hava sondajı bizim zamanımızda oldu. Ancak, bizim çok yetenekli olduğumuzdan değil, zamanı geldiği için olmuştu. T.P.A.O. nın gelişme süreci içinde olmuştur. Şartların getirdiği sonuçlardır bunlar. O sıradaki yönetime bağlıdır. İlk yönlü sondajı Vahit Kuzuoğlu B.Raman’da yönetti.”-Yalçın Altan
*İlk  Zamanlardaki Ücretler Nasıldı ?
“ TPAO ilk nüvesini kurduğu zaman, 1955 yılında biz daha üniversiteden mezun olmamıştık.  Durum böyle iken  bana 980 lira,  Süreyya Ekim’e ,  askerliğini yaptığı için, 1080 lira, bizden önce girenlere ise 1350 lira maaş ödeniyordu. O zamanlar bir milletvekilinin maaşı 725 liraydı. MTA’da çalışan Amerika mezunları ise 625 lira alıyordu. Sadece Karayolları  33 lira yevmiye ile bize yakındı. Batman’da çalıştığımız için %20 tazminat - ki bu tazminat kamplara gidildiğinde %30’a kadar çıkardı- alırdık. Bugün (2005)  aldığınız para bir işci ücretidir. Emekli olduğunuzda bir kapıcının aldığı emekli maaşını alıyorsunuz. Türkiye Petrolleri’nin bugünkü ücret politikası yanlış. Büyük dengesizlik ve haksızlık var. Bir tapu veya sıradan bir memurun aldığı maaşı alıyorsunuz.”  İlhan İrepoğlu
*Log
“ Schlumberger’in bize yönelik log kursları oluyordu. Bizim aramızda dil bilen yoktu. Log ile ilgili şeyleri kulaktan dolma olarak Sclumberger’in adamından  öğreniyorduk.  Çok zaman sonra  Önder Erdal, Doğu Tuna, Yalçın Güneri, Şevket Güventürk log konusunda ihtisas sahibi oldular.  Zamanla log servisine 4 tane mühendis aldık (KİMLER). Bu arkadaşlara  bir İranlı (KİM) bir yıl boyunca log dersi verdi. Bu İranlı hem ders veriyor, hem de  enteresan kuyularımıza bakıyordu. Halbuki biz Amerika’ya, Fransa’ya eğitim için adam gönderirken-  sanki kaçacaklar, bir daha gelmeyecekler zihniyetiyle- düşünüyorduk. Uzun yıllar böyle düşündük, hatalı olduğumuzu anladık. Bir çok şeyi zamanında yapamadık.”- İlhan İrepoğlu
* “ TPAO pırıl pırıl bir kuruluştu.”
“ TPAO benim dönemimde gerçekten batılı anlamda kurulmuş çok önemli bir kuruluştu. Devlet yapısı içinde olmasına rağmen özerkliği vardı. Hakikaten, TPAO , diğer devlet daireleri ile mukayese ettiğiniz zaman, pırıl, pırıl bir kuruluş şeklindeydi. O itibarla imkanları da müsaitti. Gayet açık konuşuyorum; Sanayi Bakanlığı’nda müsteşarken  aldığımın  üç katını TPAO’da genel müdürken aldım. Çünkü bir taraftan rafinerilerde yönetim kurulu üyesisiniz ve aynı zamanda başkansınız. O itibarla , bu imkanlar Ankara’daki  evimi satın almak için bir nevi birikim oldu. Devlet memuru olsan ne kadar alacaksın ? O bakımdan TPAO benim kafamda çok önemli bir yer tuttu ve tutmakta devam ediyor.” - Mehmet Gölhan
*Levha Tektoniği  Kavramı Bilinmiyordu.
“Ülkemizde petrol üretemimizin %99 ‘nu sağladığımız Güneydoğu Anadolu, Arap –Afrika Levhasının kuzey kenarında bulunur.    Kıtasal platformun kuzeyinde Toros  Dağ oluşum kuşağı yer alır.   Yerli (otokton) şelf çökelleri, batıda Kahramanmaraş’ta başlayarak doğuda İran sınırına kadar olan alanda gözlenen bir sürükleme düzlemi boyunca, orojenik kuşağa ait sürüklenim örtüleri altında devam etmektedir.    Süreklenim örtüleri altında kuzeye devamlılığı bilinen Arabistan Levhası’nın kuzey sınırının belirlenmesi petrol aramalarının yönlendirilmesi bakımından son derece önemlidir.  
1970 yılından önceki dönemde TPAO’dan çalışan yerbilimcileri allokton sürüklenim kütlelerini temel olarak kabul etmişler ve Bitlis Masifi olarak adlandırmışlardır.  
1960’lı yıllarda   TPAO’dan ‘Levha Tektoniği’ kavramı henüz yeterince bilinmiyordu.    Gayet açık bir biçimde hatırlıyorum; Mobil Şirketinden bize gelen Zeynel Malal ağabeyimiz  levha tektoniği konusunda belirli bir bilgi birikimine sahipti.    Zaman zaman  toplantılarda konuyla ilgili bazı görüş ve önerileri gündeme getirdiğinde  hiç bir şekilde kabul görmezdi.    Çünkü TPAO’nun o dönemdeki önde gelen aramacı kadrosu böylesine değişik bir tektonik modeli bilmediklerinden ve yeterince yeniliklere açık olmadıklarından “Neden bahsediyorsun? Böyle bir tektonik model olur mu?” diye bir türlü kabullenmezlerdi.    Zeynel Bey sınırlı teorik bilgisiyle  görüşünü savunma yönünde çaba gösterir, ancak karşı grup inatla anlatılanları, anlamamakta direnirdi.  
1972 yılında, levha tektoniği kavramı TPAO’da ilgi görmeye başlamış ve bu ilgi özellikle Güneydoğu  Anadolu Bölgesi’nin tektonik modelinde büyük değişmelere neden olmuştur.”          Dursun Açıkbaş 
* Bitmeyen Dedikodu
“Petrol konusunda, halk arasında genellikle  konuşulan konuların  önde gelenlerinden biri  de ‘Türkiye’de açılmış  olan petrollü kuyularının,  çoğunun ecnebi şirketler  veya onların işbirlikçileri olan yerli teknik  elemanlarca bilinçli olarak kapatıldığı söylentileridir.
İskenderun-Dörtyol yakınlarında delinmekte olan Gökdere -3 kuyusundayız. Ben, kuyu jeoloğuyum, Aydın Güzelce ise sondaj mühendisi.  Bir gün, kulede çıkış ve bakım çalışmaları vardı. Bu boşluktan yararlanalım ve bir değişiklik olsun diye kule mühendisi  Aydın Güzelce ile birlikte İskenderun’a gitmeye karar verdik.Giderken de yolumuz üzerindeki, Erzin bucağı doktorunu da yanımıza alalım dedik. Hava güzel olduğundan doktoru bir açıkhava kahvesinde bulduk. Doktor bizleri görünce  ‘hoşgeldiniz’ dedikten sonra ben şaka olsun diye “Doktor, seni tevkif  etmeye geldik” dedim. Doktor; “Hele siz gelip bir  oturun bakalım.Kim kimi tevkif edecek, petrolü bulup kuyuyu daha sonra Mobil’e satıyormuşsunuz. Böyle söylentiler var. Asıl  tevkif edilecekler sizlersiniz” diye cevap verince ben de şakayı sürdürüp “Ne yapalım geçim zor. Biz de böyle yolumuzu bulacağız.” diye cevap verdim. Bunun üzerine doktor telaşlanıp hemen  bizi oradan uzaklaştırdı. Şaşırdık ve bir anlam veremedik. Doktor daha sonra ,kahvede yakınımızda oturan iki kişinin yerel politikacılar olduğunu, bunların Aydın ile  beni -petrollü kuyuyu Mobil’e sattılar- diye Hatay Valisine şikayet ettiklerini  söyledi. Üstelik onların yanında yaptığım şakanın onlar tarafından ciddiye alınıp hemen valiye  aktarılabileceğini, çünkü yaptığım şakanın onların söylediklerini doğrular gibi olduğunu söyledi. Doktor bey oldukça tedirgin ve ürkmüş görünüyordu. O gün doktor beyi, valinin böyle saçma-sapan şeylere inanmayacağını, kendisini  rahat olması konusunda   zor ikna etmiştim.
Benzer durum, Sinop-Ayancık yakınlarında  deldiğimiz Fasılı -1 kuyusunda meydana geldi. Sondaj bittikten sonra , kuyubaşını sondalayıp , kuyuyu terk ettik.  Bir süre sonra aynı civarda  araziye çıkan  Bölge Jeoloğu Özkan Gümüş  yöre halkı ile sohbet ederken ona şöyle söylemişler; Kuyunun joeloğu-ki ben oluyorum- petrol çıkmasına rağmen kuyuyu çimento ile kapatmış ve çekmiş gitmiş. Onlar da bunu  oradaki partililere  anlatmışlar. Ankara’daki  milletvekilleri de bu işi takip edip, bu jeoloğu hapise attırmışlar. Özkan Gümüş  ise böyle bir şeyin olmadığını ve o jeoloğun hala görevde olduğunu söylemiş. Söylemiş ama köylüler ona zor inanmışlar.”       Yalçın Güneri
“Cevat ile ilgili, aptalca dedikodular vardı. Güya; petrol bulunuyormuş ama Amerikalılar ona rüşvet verip ‘yok de kapat’ diyorlarmış.”- Mehlika Taşman
*Ayhan Tekin ve Su
Yalçın Umurtak anlatıyor: “1960’lı yılların sonlarına doğru ,  Dinçer sahasında ilk defa sismik yapılacak. Ayhan Tekin, önceden oraya gitmiş, hatların atılacağı yerleri tesbit ediyor. Bir hafta sonra, ben de çalışmayı izlemek üzere Dinçer’e gittim.  Dinçer’de şartlar kötü: yol yok, iz yok, sınıra çok yakın, hava sıcak topoğrafya kötü, civarda dinlenecek nefes alınacak bir yer dahi yok.
Arabayla araziyi geziyoruz. Hava çok sıcak, susadık. Ayhan, arabadan bir bidon çıkardı, bir bardağa suyu boşalttı. Su bulanık ve içinde kırmızı, kırmızı kurtçuklar yüzüyor.  Dehşet içindeyim. Ayhan sakin bir şekilde: “ Biraz bekle... Kurtçuklar biraz sonra dibe çöker öyle içersin.”dedi ve devam etti: “ Bu suyu içmeye mecburuz... Çünkü civarda hiç su yok.”
“ Benim TPAO’m”
‘Doğma, büyüme TPAO’lu olan ve halen (2005) Adıyaman Bölge, Muhasebe Müdürü olarak görev yapan İhsan Kaçmaz anlatıyor: “ Ortaklığımızın 50.Yıl Kitabının sayfalarını çevirirken, çocukluğuma döndüm. 1959 yılından bu yana T.P.A.O. ve Batman, sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti. Bir şirketin muhteşem geçmişini, yudum yudum tekrar yaşadım. Kitabı hazırlayan ve hazırlatanlara saygılarımı sunuyorum.
Kitapta belgeler, resimler konuşmuş. İstedim ki, bir işçi çocuğu olarak, ben de gördüklerimi, yaşadıklarımı  ve hissettiklerimi sizlerle paylaşayım.
Türkiye Petrolleri, bizlere, bölgeye ne verdi, ne aldı? İnsanlar, yıllarca nasıl yaşadı, ne hissetti? Ağırlıklı olarak sosyal ve kültürel yönünü anlatarak, mensubu olduğum bu şirkette çalışmanın gururunu, mutluluğunu, minnetini ve kıymetini, neden bilmemiz gerektiğini açıklamak istiyorum.
Bunları okurken, lütfen Türkiye’yi, Güneydoğu’yu 40-45 yıl öncesi perspektifinde hayal edin ve değerlendirin.
İlk yöneticilerimiz, Batman’a ilk ortaokulu,  daha sonra ikinci ilkokulu kendi sitemiz içinde kurarak, bizleri, petrol ile beraber eğitime de kavuşturdular. İlk öğretmenlerimiz; bizde çalışan ünite müdürlerimiz, doktorumuz; yöneticilerimizin İngiliz, Amerikalı eşleri idi. Biz, ortaokulda İngilizceyi, çevre illerdeki liselilerden daha iyi konuşuyorduk. Aynı zamanda, öğretmenlerimiz, hem bizleri, hem de velilerimizi, çok iyi tanıdıkları için, bizlerin hangi mesleğe daha yatkın olduğumuz konusunda, anne ve babalarımızı yönlendiriyorlardı.  Bu ideal yöneticilerimiz, rekor düzeyde mühendis, doktor, avukat, öğretmen yetişmesine vesile oldular. Bunlar; hem müdür amcalarımız, hem de öğretmenlerimizdi. Bir müddet sonra, ana sınıfı değil, anaokulunu kurdular. Nihayet, TED Kolejini de kurarak, eğitimde Ankara ve İstanbul  standardını yakalamış oldular.
Belki güleceksiniz ama; ben yaşananları ve yaşadıklarımı anlatıyorum.Yöneticiler; babaydı, amcaydı, saygıdeğer amirlerdi. Bu amirler, personeline isimleri ile hitabediyorlardı. Burçlarını araştırıp, buna göre karakterlerini tahlil edip, ona göre davranış modeli geliştirdiklerine, şahit oldum. Güzel günlerde, hastalıkta, sıkıntıda, sofrada işçisiyle beraberdi. İşçi, her zaman, amirinin kapısını rahatlıkla çalabiliyordu. Karşılıklı  sevgi ve saygı ile işler yürüyordu. Petrol bulunuyordu, bulundukça mutlu oluyor, hayatımızdan zevk alıyorduk.
Hatırladığım kadarıyla, fazlası var, eksiği yoktur, Türkiye Petrolleri, bize: Yüksek okulda okuduğumuz için karşılıksız eğitim yardımı yapıyordu; yaz  tatilinde, biz öğrencileri sigortalı olarak,  kamplarda çalıştırıyordu. Böylece; hem para kazanmış oluyor, hem de sigorta primimiz işliyordu; Site dışında yaşayan öğrenciler için, haftada iki gün  banyolarını açarak, yıkanmalarını sağlıyordu. İstediğimiz zaman yemekhaneye gidip yemeğimizi yedikten sonra okula gidiyorduk;  Site Sinemasında, her hafta, Çarşamba öğleden sonra ve Pazar günü , Amerika’da vizyona giren filmleri, alt yazılı olarak,  seyrediyorduk; iki tane yüzme havuzunun olması, istisnasız hepimizi yüzmeye yönlendirdi. Akşamları, ailelerimizle havuz başında oturarak, yaz gecelerinin tadını çıkarıyor, yaz tatillerimizde ise Sivrice- Hazar’da göl kenarında kamp yapıyorduk. Bunlar, bize sağlanan olanaklardan yalnızca bir kısmıdır.
Babalarımız, çok çalışarak, petrol bularak, bundan dolayı devlete sağlanacak gelirlerden bir kısmının, kendilerine temettü olarak döneceğini biliyorlardı. Her yıl, temettü alınan günün, ‘herşeyi satın alabilme, harcama ve sahip olma günü’ olduğunu, hala zevkle hatırlarım.
Babalarımıza 48 aya varan faizsiz  konut kredisi verilerek, herkesin ev sahibi olması sağlanıyordu; her yıl, kış gelirken, şirketin önüne tonlarca odun yığılıyor ve  işçilere taksitle, sıkıntıya sokmadan dağıtılıyordu. Şirketimizin hastanesi vardı; 45 yıl önce, film çekilmeden çekilmeden, diş tedavimiz yapılmıyordu. Hastanede her branştan doktorumuz vardı.
Orkestramız vardı, hafta da iki gün canlı müzik yapıyorlardı. Yaptıkları müzik çok çeşitliydi.  Bugün, her türlü müziği sevmemim nedeni, orkestramızın beni bu yönde eğitmesi ve etkilemesi olabilir.  Kendime bazen sorarım; “Her türlü müziği neden seviyorum?” diye. Sonra; alt yapımın yıllarca önce, bu etkinliklerden dolayı olduğu sonucuna varırım.
İleriki yıllarda, Öğretmenler Derneği Başkanı olarak, TPAO’dan, tüm köy okullarına; bayrak, sıra, kitap, haritalık, dolap, Atatürk resmi ve her türlü yardımı alarak, defalarca dağıttım. Katkıda bulunanlara minnet ve saygı duyuyor, onları rahmetle anıyorum.
Batman, çarşı içinde bulunan evimizde, giyim  yardımı olarak verilen kaşe kumaşların arta kalanından  battaniye yapılıyordu; o battaniye, şirkette çalışmanın bir göstergesi  ve gururu oluyordu.
Son zamanlarda yapılan İş Güvenliği toplantılarından birinde, iş kazalarının düşüklüğü tablolar halinde gösterilirken, bu sonuçtan gurur duyan ve sevinenlerden birisiydim. Bunlar anlatırken, babalarımızın, amcalarımızın üstü çadırlarla kaplanmış, içine tahta oturaklar yerleştirilmiş, büyük Fiat kamyonlarla, asfaltsız yollarda işe gidişlerini, defalarca kaza haberleri aldığımız günleri; kulenin devrilmesi, kuleden parça düşmesi sonucu ölen işçilerin haberlerini, parmağı ve kolu, iş kazası sonucu kesilmiş akrabalarımı, ıstırapla hatırlarım. Artık insan yaşamının yanı sıra çevre yaşamıyla da, yakından ilgilenir olmamız, beni çok mutlu etti. 
Ortaokul öğrencisi iken, kuleye ziyarete giderek, petrol bulunduğuna şahit olduğum şanslı günlerimde, kulede gördüklerimden duygulandığım ve eve gelerek yazdığım şiirleri hala hatırlarım.
Şirkette, ailemden 16 kişi 25-30 yıl gururla çalıştıktan sonra 1979 yılında işe başladığımda, amcalarım toplanarak: “Biz, bu kutsal saydığımız şirkete şerefimizle, gururumuzla hizmet ettik, ihanet etmedik. Soyadımıza halel getirmedik. Gerçi yapmazsın ama, sen yine yemin et; ‘ şirketi koruyacağına, ihanet etmeyeceğine, gece gündüz çalışacağına, faydalı olacağına’ ” diye yemin ettirdiklerini hiç unutmuyorum.
 Batman’da, her işçi, evinde ve her zaman aileler: “Allah devlete ve şirketimize zeval vermesin, birini bin etsin” diye dua ederler.
İşte ben bunları hatırladım, paylaşmak istedim, bir duygu seli ile yazdım. Tüm sadakat  ve samimiyetle, şirkete hizmet eden; işçisinden genel müdürüne; ölenlere rahmet, çalışanlara sağlık ve mutluluklar diliyorum.”



[1] Kemal Lokman” Etütler, Ramandağ Petrolü, MTA  Dergisi”
[2] MTA Dergisi-1957
[3] Kemal Lokman –MTA  Dergisi-1957